| |
Hzl: Alb. Şefik
CAN
Bu
konu insanın tuhafına gidebilir. Yalnız Mevlâna değil bütün veliler ve bütün
Müminler elbette alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizi
severler. Hatta sadece kendi Peygamberimizi değil bütün peygamberleri severler,
onlara saygı gösterirler. Nitekim vaktiyle Viyana Muhasarasında Müslüman olan papaz Hz.
İsa’ya küfrettiği için öldürüldü. Bizler Kur’ân-ı Kerim’de beyan
buyurulduğu üzere bazılarını üstün görmekle beraber, vazifeleri bakımından
bütün peygamberleri birbirlerinden farklı görmeyiz. Görmeyiz ama, elbette kendi
Peygamberimizi daha çok severiz.
Hatta yalnız biz değil, çeşitli milletlerin yetiştirdiği hakikati seven
bilginler, medeniyet ve uygarlık tarihinde iz bırakan büyük insanları sayarken
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi ihmal etmezler. Senelerce evvel
İstanbul Üniversitesinde "Kölelik ve Köleliğin Tarihi” konusu
üzerinde konferans vermek için davet edilen Cambridge Üniversitesi
profesörlerinden biri aynen şöyle söylemişti: "Bütün dünyada kölelik resmen kaldırılıncaya kadar (1815’te Viyana
Bildirisi ile) hiçbir filozof, hiçbir mütefekkir, hatta hiçbir peygamber Hz.
Muhammed kadar kölelerin de insan olduğunu, onların da hür insanlar gibi yaşama
hakkı bulunduğunu söylememiştir. Aristo’nun, Eflatunun eserlerinde köleleri
insan sayma fikri yoktur. Onların hür insanlara hizmet etmeleri için iri
kemikli yaratıldıklarından bahsedilir.”
Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz: "Kölelerinize de kendi
yediklerinizden yediriniz. Onlar da insandır" buyurmuştur. Hz. Ömer radiyallâhü anhin deveye
kölesiyle nöbetleşe binmesi bu konuya güzel bir Örnektir Köle azad etmek en
büyük sevap sayılmıştır. Bugün bütün dünyada insan hakları en başta gelen bir
problem sayılmaktadır. 15 asır önce Peygamber Efendimiz bu mesele ile meşgul
olmuştur.
Bu
yüzdendir ki Müslüman olmadıkları halde hakkı, hakikati seven İngiliz
mütefekkiri Carlyle, Alman şairi Goethe gibi büyük insanlar Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve selleme gönül vermişlerdir İnsan olarak Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve selleme karşı duydukları hayranlığı eserlerinde
belirtmişlerdir. Mıchael H. Hart'ın yazdığı ve Sabah gazetesinin bir iki sene önce
yayınladığı “En Etkin 100” adlı kitapta insanlık tarihinin en etkili kimisi
olarak en başta, 1 numarada Hz. İsa’ya yahut Karl Marx'a değil H;. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem yer vermiştir.
Başka
milletlerin en büyiik insan olarak hayran oldukları Hz, Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemi bizler, Onun getirdiği dine bağlı olduğumuz için daha çok
severiz. Bu yüzdendir ki, asırlardan beri gelen İslâm şairlerinin Peygamber
Efendimiz hakkında yazdıkları na’tler ciltler doldurur. Peygamber sevgisine dair
Buharî-i Şerifteki bir hadiste "Her ümmet kendi peygamberini daha
çok sever," diye buyurulmaktadır.
Şu halde Hz. Mevlâna'da peygamber sevgisi ne demek?
Hz,
Mevlâna, yalnız büyük bir veli değil aynı zamanda eşsiz bir şairdir. Herhangi
bir konu üzerinde şiir söylerken, Hz. Peygamberi hatırladığı zaman, söylediği
beyitler arasında -benzetmede hata olmasın- “bir koyun sürüsü içinde koçlar
gibi" fark edilir. Beyitler arasında
Peygamber sözü geçince Mevlâna’nın söylediği beyitler çok heyecanlıdır, çok
sıcaktır. Hz. Mevlâna’nın dudaklarından dökülen o beyitler Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin nuru ile nurlanır da, göz kamaştırır, insanı mest
eder. Mesela, Divanı Kebir’in I. cildinin 463 numaralı gazelinde Mevlâna ilâhî
aşkı terennüm ederken bir fırsatını buluyor ve Peygamber Efendimizi hatırlıyor.
Bu şiirin baş tarafından birkaç beytinin tercümesini arz edeyim:
“Her an sağdan, soldan İlâhî aşkın sesi geliyor. Bu sesin etkisi
ile biz, göklere doğru yükseliyoruz. Kimde bizi seyretmek isteği ve kabiliyeti
var?
Zaten biz bu dünyaya gelmeden önce gökyüzünde idik, meleklerin
dostu idik. Bizim esas yurdumuz orasıdır. Sonunda yine oraya gideriz.
Aslında biz, gökten de yüceyiz, meleklerden de üstünüz, Bizim
konak yerimiz Onun yanı olunca, neden biz gökleri de melekleri de gerilerde
bırakmayalım?
Tertemiz inci, ilâhî cevher nerede? Kirli toprak dünyası nerede?
Şerefinizi düşünmeden bu alçak aleme geldiniz, kondunuz. Haydi
eşyanızı toplayın, yükünüzü bağlayın. Bu yer bizim yerimiz değildir, buradan
göçelim.
Genç baht, bizim dostumuz, can bağışlamak işimiz,
meşguliyetimiz!-
Bizim aşk kervanımızın bağında da cihanın varlığı ile övündüğü
Hz, Mustafa var.
Mustafa Aleyhisselam öyle büyük bir varlıktır ki, ay O’nun
mübarek yüzünü görmeye dayanamadı, bölündü ve O'nun niyazkâr bir kölesi iken bu
talihe kavuştu.
Bahar mevsiminde esen şu rüzgarın hoş kokusu, O’nun mübarek
saçlarının bölümünden geliyor. Hayalin bu parılttti, bu şa'şası da kuştuk
vaktindeki güneşin parıltısını andıran O'nun güzelliğindendir."
Yirmi
beyitten ibaret olan bu şiirinde Hz. Mevlâna Peygamberimizi hatırlamış ve O’nun
sevgisi ile yukarıda arz ettiğim beyitleri söylemiştir. Şiirler söylerken Hz.
Peygamber Efendimizi bazen Ahmed (sallallâhü aleyhi ve sellem,), bazen Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem), bazen de Mustafa ism-ı şerifi ile yâd eder.
Divan-ı
Kebir’in çeşitli kafiyelerinde 137 gayelinde Peygamber Efendimiz hakkında çok
güzel beyitler söylemiştir Bilindiği gibi her velinin kendine güre bir özelliği
vardır Mevlâna hep sevgi, Hak sevgisi üzerinde durmuş, insanı da Hakk’ın
tecellisine en çok mazhar olan üstün bir varlık olarak gördüğü için seviniştir
ve sevgisinin üstünlüğünden ötürü İnsanın hatalarına da müsamaha gözü ile
bakmıştır, Peygamber Efendimize gelince, "Habibullah " Allah'ın
sevgilisi olan, kamil insanların da kamil insanı sayılan aziz Peygamberimizi
Hz. Mevlâna’nın nasıl sevdiğini bu yönden de görmek gerek. Mevlâna'nın
"Ben yaşadığım müddetçe, Kur’an'ın kuluyum, kölesiyim. Ben Hz.
Muhammned'in ayağını bastığı yerin toprağıym," diye
Peygamber sevgisini belirten rubaileri de mevcuttur,
Dikkat
buyurulursa bahsettiğim beyitler, diğer şairler gibi sadece Peygamberimizi
düşünerek yazdığı na’tlar değildir. Divana Kebir deki binlerce gazeli arasında
yeri gelince Peygamber Efendimizi hatırladığı, sevgisini, saygısını açığa
vurduğu beyitlerdir, Mevlâna'nın da diğer divan şairleri gibi yalnız
Peygamberimize karşı duyduğu sevgiyi belirten birkaç na’t da vardır. Diğer
şairler na'tların dışında yazdığı gazellerde Peygamberimizi hatırlamaklarken Mevlana
bu usulden ayrılmış başka konular hakkında beyitler söylerken Peygamber
efendimizi sık sık hatırlamıştır. Bunlardan da birkaç örnek arz etmek
istiyorum- Divan-i Kebir’in II.
cildinin 901 numaralı gazelinde:
“Gönül ile aşk, Ahmed (sallallâhü
aleyhi ve sellem ) ile Hz, Ebu Bekir radiyallâhü anh gibi mağara dostu
olmuşlardır İki mağara dostunun adları iki
canları bir oluna bundan ne çıkar”
Divan-ı
Kebir'in III. cildinin 1137 numaralı gazelinde:
"Hz.
Muhammed'in nuru milyonlarca parçaya ayrıldı da, uçtan uca iki dünyayı kapladı,
“Peygamber
Efendimizin nurun (parıltısındaki) şimşek gibi çakınca küfür perdeleri yırtılır
da binlerce kişi, binlerce rahip zünnarlarını koparıverirler.”
“Küfür karalar giyindi çünkü Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin nuru geldi. Ölümsüzlük davulunu
çaldılar, ebedi saltanat devri geldi.”
“Yeryüzü
yemyeşil oldu, Gökyüzü hasedinden yenini yakasını yırttı. Ay ikiye bölündü ve
dünyaya ruh geldi, canlandı.”
“Dün
gece gökyüzündeki sayısız yıldızlardan müthiş bir gürültü duyuldu- Çünkü
yıldızı kutlulardan kutlusu eşsiz bir yıldız yeryüzüne inmişti,” (Cild II; No:
882)
Divan-ı
Kebir'de bu beyitleri söyleyen Mevlâna, Mesnevi’de de bu konu üzerinde çok
durur IV. cilt. Mesnevi'nin 3844-3846 beyitleri şöyledir.
“Hz. Muhammed’in sureti bir
duvarın yüzüne vursa, duvarın gönlünden gönül kanı damlar.”
“O’nun mübarek sureti duvara öyle
kutlu gelir ki. duvar bile hemen iki yüzlülükten kurtulur.”
“Temiz ve pak kişilerin bir yüzü
oluşlarına karşı, duvarın iki yüzlü oluşu onun için ayıptır,”
Mesnevİ’nin
VI. cildinde 167, beyitle başlayan beyitlerde aynen şöyle buyurur:
"Hz. Muhammed,
bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da.., Bu
dünya din dünyasıdır. O dünya ise cennetler dünyasıdır,
dünya din dünyasıdır. O dünya ise cennetler dünyasıdır,
Bu dünyada unlara
yol gösterir O dünyada ise ay gibi olan yüzünü gösterir.
O’nun gizli ve
aşikar adetleri: “Ya Rabbî, ümmetime doğru yolu göster, onlar gerçekten de bilmiyorlar,” diye dua etmekti.
O’nun mübarek nefesi ile iki kapı da açılmıştır. İki dünyada da duası kabul
edilmiştir.
O'na benzer bilisi ne gelmiştir, ne de gelecektir.
O mübarek ruhuna, kutlu gelişine, evladının zamanına da yüz
binlerce satât ü selam olsun.”
binlerce satât ü selam olsun.”
Mesnevi’nin III,
cildinde 3110 numaralı beyitle başlayan bölümde
Peygamber Efendimize ait bir iki mucizeyi Hz, Mevlâna’nın nasıl
coşkunlukla anlattığım görelim.
Peygamber Efendimize ait bir iki mucizeyi Hz, Mevlâna’nın nasıl
coşkunlukla anlattığım görelim.
"Malik oğlu
Enes'ten rivayet edilmiştir. Bir kimse ona misafirliğe
gitmişti.
gitmişti.
O misafir hikaye
etmiştir ki, Enes Hazretleri, yemekten sonra
peşkirinin sararmış, solmuş, kirlenmiş olduğunu gördü.
peşkirinin sararmış, solmuş, kirlenmiş olduğunu gördü.
Hizmetçi kıza: “Şu
kirli ve bulaşık peşkiri bir an için olsun tandıra
atıver.' dedi.
atıver.' dedi.
O anlayıştı kız,
hemen peşkiri ateşle dolu tandıra attı.
Misafirlerin hepsi,
bu işe şaştılar, peşkirden dumanlar çıkacağını, yanıp kül olacağını
bekliyorlardı.
Bir müddet sonra
hizmetçi kız, kirlerden temizlenmiş, beyazlaşmış
peşkiri tandırdan çıkardı.
peşkiri tandırdan çıkardı.
Orada bulunanlar,
'Ey Aziz Sahabi’ dediler, “Bu peşkiri nasıl oldu
da ateş yakmadı, üstelik bir de temizledi?”
da ateş yakmadı, üstelik bir de temizledi?”
Enes Hazretleri
buyurdu ki; Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu peşkire çok defa
elini, ağzını sildi de ondan,"
Ey ateşten ve azabdan korkan gönül, öyle bir et, öyle bir dudak sahibine
yaklaş.
O mübarek el ve ağız, peşkir gibi cansız bir şeye böyle bir yücelik böyle
bir şeref verirse, bir aşığın ruhuna neler verir?
Ne feyizlerde bulunur?”
Aynı Mesnevi
cildinin 3130 numaralı beyitle bağlayan bölümünde, Mevlâna. Peygamber
Efendimizin bir mucizesini şöyle anlatır:
“Çölde
bir Arap kervanı susuz kalmıştı. Yağmursuzluktan su tulumları kurumuştu.
Çölün
ortasında kalmışlar ve susuzluktan öleceklerini anlamışlardı;
Ansızın,
iki dünyada da darda kalanların yardımına koşan Hz. Mustafa sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz, onlara yardım etmek için teşrif buyurdu.
Orada
pek kalabalık bir kervan gördü. Kervan balkı o uzun yolda kızgın kum üstünde
kalmıştı,
Develerin
susuzluktan dilleri sarkmıştı. Halk kumların üstünde öteye beriye dağılmıştı,
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onlara acıdı ve buyurdu ki: Haydi, çabuk kalkın,
bir kaçınız şu kum tepesine doğru koşun.
"Orada
siyah bir köle, bir zenci var. Devesine binmiş efendisine tulumla su
götürüyor.'
‘O
köleyi, devesi ile beraber, istese de islemese de alın, benim yanıma
getirin.,.’
O
su arayıcılar kum tepesine doğru gittiler, biraz sonra Peygamber Efendimizin
haber verdiği zenciyi gördüler
Siyah
bir köle, bir deveye binmiş gidiyordu. Efendisine su ile dolu bir tulum
götürüyordu-
Ona;
‘İnsanların Övüncü ve kainatın hayırlısı Hz. Peygamber, şurada, seni istiyor.’
dediler
Köle:
‘O kimdir? Ben onu tanımıyorum.’ dedi. 'O ay yüzlü, şeker huylu Peygamberdir
dediler.
Peygamberimizin
bütün iyi huylarını mümkün olduğu kadar anlattılar. Zenci 'O galiba bahsedilen
sihirbaz, şair olacak.
Duyduğuma
göre, sihir yaparak halkın bir kısmını kendine bağlamış. Ben onun yanına bir
arşın kadar bile yaklaşmam, dedi.
Bunun
üzerine köleyi ve deveyi çeke çeke kervanın bulunduğu yere götürmeye
başladılar. O sövüp sayıyor, bağırıp çağırıyordu.
Onu
Aziz Peygamberimizin yanına getirdiler- Peygamber Efendimiz: ’Onun tulumundaki sudan için ve
kırbalarınızı doldurun!
diye buyurdu.
Hepsi,
o tulumdan su aldılar, develere varıncaya kadar herkes o sudan içti.
Herkes
kırbasını o tulumdan doldurdu. Gökyüzündeki bulut bile bu mucizeye gıpta etti,
şaştı kaldı.
Bunu
kim görmüştür ki, bir tulumdan bunca cehennemin yanışı soğuğun, susuzluğunu
gidersin?
Kim
görmüştür ki, bir tek tulumdan bunca kırba, ağzına kadar dolsun?
Kervan
halkı Peygamber Efendimizin mucizesine hayran oldular da ‘Ey lütuf ve ihsanı deniz kadar geniş olan Hz. Muhammed,
bu hal nedir?' dediler.
‘Küçük
bir tulumu, mucizene perde ederek hem Arabi, hem Kürdü suya gark ettin.'
diyorlardı.
Hz.
Peygamber buyurdu ki: 'Ey köle, senin suyundan aldılar diye şikayete başlayıp,
iyi kötü söylenmemen için, su tulumuna bak. O boşalmamış dopdolu!
O
siyah köle Peygamberin mucizesi karşısında şaşırıp kaldı. Mekânsızlık aleminden
onun günlüne iman geldi.
Köle, gökten bir çeşmenin aktığını gördü, Onun tulumu, gökten
gelen İlâhî feyzin coşkunluğuna örtü olmuştu-
Gözlerinin
önünden bütün gaflet perdeleri yırtıldı, sıyrıldı da o, gayb aleminin çeşmesini
apaçık gördü.
O
anda kölenin gözleri yaşlarla doldu. Efendisini de, yurdunu da unuttu, gitti.
Elsiz,
ayaksız kaldı. Allah, onun canına tatlı bir titreme saldı. Kendini kaybetti.
Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, tekrar işini, vazifesini yapsın diye onu
kendine getirdi.
"Ey faydalar elde eden köle, kendine gel
de, yola düş, susuzlara suyunu götür.' diye buyurdu.
'Şimdi, hayret zamanı, şaşkınlık zamanı değil, asıl seni
şaşırtacak hal, ilerde karşına çıkacak... Sen hemen yola düş, hızla gitmeye
bak.'
Köle
Hz, Mustafa'nın ellerine yüzünü sürdü, o mübarek elleri aşıkçasına öptü, öptü,
Resulullah,
mübarek elini onun yüzüne sürdü ve onu ebedi saadete eriştirdi.
O
zenci, o Habeşi köle, beyazlandı, Gece gibi simsiyah olan yüzü, ayın on dördü
gibi aydınlandı, gündüz gibi nurlandı.
O
siyah köle güzellikte ve olgunlukta Hz. Yusuf gibi oldu. Ona "Haydi,
köyüne yit de hali anlat, haber ver.” diye buyurdu.
Köle
elsiz, ayaksız bir hale gelmiş, mest olmuştu. Gidiyordu ama elini ayağından
ayırt edemiyordu.
Kervandan
ayrıldı, İki dolu tulumla efendisinin yanına geldi.
Efendisi, onu, uzaktan beyazlamış görünce,
şaşırdı. Şaşkınlığından o köyün halkını
çağırdı.
“Bu su tulumu, bizim tulumumuz,’
dedi. ‘Deve de bizim devemiz. Fakat zenci yüzlü köle nereye gitti?”
'Bu
uzaklardan gelen bir ay ki, yüzünün nuru, gündüzün ışığına vuruyor, onu
aydınlatıyor.’
‘Bizim
köle nerede? Yolu mu şaşırdı! Yoksa onu bir kurt mu yedi?’
Köle
karşısına gelince, Ona 'Sen kimsin?’ diye sordu. 'Bir Yemenli misin? Yoksa Türk
müsün?’
'Kölem
nerede? Onu ne yaptın? Doğru söyle, hileye kalkma.'
Köle
dedi ki: 'Senin köleni öldürmüş olsaydım, kendi ayağımla kanımı döktürmek için
sana nasıl gelebilirdim?'
Efendi:
‘Peki, benim kölem nerede?’ diye sordu. Köle: ‘İşte, burada, Senin kölen
benim.' dedi. 'Allah’ın lütuf eli, benim yüzümü ağarttı, parlattı.'
Efendi:
‘Hey' dedi, “Sen ne söylüyorsun? Kölem nerede? Doğru söylemekten başka çaren
yok, yoksa benim elimden kurtulamazsın.”
Köle
dedi ki: ‘Senin o köle ile aranda geçen sırları sana bir bir anlatayım, hepsini
söyleyeyim.’
‘Beni satın aldığın andan şimdiye
kadar aramada geçenleri sana anlatayım.'
‘Bilesin ki ben oyum, her ne
kadar, gece gibi kapkara olan bedenimden parlak göz kamaştırıcı bir sabah
doğmuşsa da, ben ruhi varlığımla aynı köleyim,’
‘Bedenimin rengi değişti ama
tertemiz olan ruhun ne rengi vardır, ne unsurlara bağlıdır, ne de toprağa
mensuptur."
Divan-ı
Kebir’in III. cildinin 1135 numaralı şiirinde:
“Kılıçlar üzerine zırhsız çırçıplak atılan sahabe Muhammed
Muhtar’ın sunduğu iman şarabı ile mest olmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.
Hayır. bu söz yanlış oldu- Hz, Muhammed saki değildir İlâhî şarap
ile dolu bir kadehti, iyi kişilere sakilik eden de Cenab-ı Hakk’tı.”
Divan-ı
Kebir’in II. cildinin 791 numaralı gazelinde de:
“Hz. Ahmed'in nuru, dünyada ne bir ateşe tapan bırakır, ne de bir
Yahudi, O'nun devletinin gölgesi herkesin, bütün insanların üzerine düşsün,
onları aydınlatsın.
Yolunu kaybeden İnsanların hepsini de imansızlık çölünden
alırlar, yola getirirler- Hz. Mustafa sonsuzluğa kadar Hak yolunun kılavuzu
olsun,"
Divan-ı
Kebir’in I, cildinin 490 numaralı şiirinde:
“Dünya ve dünyanın işleri, baştan başa havadan ibaret. İyi kötü
yapılan işlerin karşılığı havaya gider.
Fakat Hz. Muhammed’in getirdiği dine bak. Hicretten 650 yıl
geçmiş, o hala durmada... Ne sağlam yapı! Ebû Leheb ve ona benzeyenlerin hiçbir
şeyini göremezsin. Ancak ibret almak için hîkayeleri anlatılır."
Divan-ı
Kebir’de Peygamberimiz hakkında bu beyitleri söyleyen Ha. Mevlâna Mesnevînin
III. cildinde 1197 numaralı beyitle şu beyitle başlayan bölümünde aynı duygulan
daha geniş olarak söylemiştir:
Ben, seni iki dünyada da korurum. Sözlerini kınayanları terk eder onları hor ve hakir bir hale
koyarım.
Mevlâna
bu beyitleri yedi asır önce söylemiş. Onun yaladığı zamanlarda İslâm
memleketleri önce Haçlılar tarafından yakılmış, yıkılmış, sonra dokudan gelen
Moğollar da vahşi kurtlar gibi saldırmışlardır. Camileri yakmışlar,
Müslümanları kılıçtan geçirmişlerdi.
Dikkat edilirse en
buhranlı zamanlarda bile Mevlâna bedbin, yani karamsar değil.
"Mahvolduk!" demiyor İslâm'ın sonsuza kadar yaşayacağından
bahsediyor. Bu görüşten ders almamız gerekir
Bugün
de, İslâm’ın ilerlemesini çekemeyen Batılılar bu veya bu şekilde İslâm'ı
baltalamak istemektedirler. İslâm'ın kalesi olan yurdumuzu da çökertmek amacı
ile içimize kurt düşürmekte, bölücü örgütleri beslemektedirler. Bizi
birbirimize düşürerek, güzel Anadolu’muzu parçalamak için harekete geçimlerdir.
İslâm düşmanı olan Batılılar, Cezayir’de, Afganistan'da Müslümanları
birbirine ile kırdırmaktadırlar, Bosnalılar Müslüman olmasalardı da Hıristiyan
olsalardı insan haklarından dem vuran Avrupa milletlerinin gözü önünde zulme,
işkenceye uğrarlar mıydı? Bütün
dünyanın gözü önünde televizyonlarda görülen Müslüman Filistinliler, senelerce
Yahudilerin zulmüne, işkencesine maruz kalır mıydı?
Aziz
Peygamber Efendimiz, kendi Ümmetini “Ümmeti Merhume" ezilen, zulüm gören ümmet olarak tavsif
buyurmuşlardır. Böylece her devirde Ebu Cehillerin bulunacağını, her yerde
Müslümanların zulüm görecelerini, ezileceklerini, hor görüleceklerini,
yılmayacaklarını haber verdi. Müslümanların zulme, işkenceye sabırla
dayanacaklarını fakat sonunda Hz. Muhammed'in getirdiği dinin sonsuza kadar
yalayacağını müjdeledi.
Sh:37-48
Kaynak: Derleyen: Yrd. Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER, MEVLANA'NIN
DÜŞÜNCE DÜNYASINDAN, T.C. K o n y a
Valiliği İL Kültür v e Turizm Müdürlüğü Yayınları, 2. Baskı Aralık , 2005