| |
Cenabı
Allah Peygamber Efendimizin Mi’râcını Necm sûresindeki şu ayeti kerimelerle
tamamladığını beyân etmektedir.
(Sümme denâ
fetedellâ fe kâne kabe kavseyni evednâ) Bunların hepsi birer makam olup bu
makamlarla Peygamber Efendimiz Mi’râcını tamamlamıştır. Şimdi bu Mi’râc
hakkında biraz açıklamalar yapalım.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Mi’râcını yapmış dönüşünde biz
ümmetlerine namâzı getirmiş ve buyurmuşlardır. (Essalât ü Mi’râcül müminîn)
“Namâz, müminlerin Mi’râcıdır. ” Siz,
namâzınızı kılınız ve Mi’râcınızı yapınız. Öyle ise mü’minin de Mi’râc
edebilmesi için kılmış olduğu namâzda,
Mi’râcını tamamlaması lâzımdır. Bir mü’min nasıl bir namâz kılmalı
ki, namâzı Mi’râc olabilsin?
Mi’râctan
gâye yükselmektir. Nereye yükselmek? En
son menzile. En son menzil neresidir?
İnsânın varabileceği en son menzil,
Rabbına kavuşmaktır. Öyle ise, bir mü’min namâzında Rabbına kavuşmuş
olacaktır. Muhyiddin Arabî Hazretleri (Fezkürûni ezkürküm) âyeti kerîmesini
tefsîr ediyor. Buradaki zikri namâza alıyor. Her ne kadar âyeti kerîmede siz
beni zikrederseniz ben de sizi zikrederim buyruluyorsa da namâz’da bir
zikirdir. Hatta namâz, zikirlerin en üstünüdür. Çünkü, namâz bütün ibâdetleri kendisinde cem eden
bir görevdir. Namâza en evvelâ zikirle girilmektedir. Bundan sonra okunan
Fâtiha ve zammı sûreler de duâdır. İnsanın ayakta durması, eğilmesi,
yatması ve oturması da ibâdettir. Bu i’tibârla namâz bütün ibâdetleri
kendisinde toplayan bir görevdir.
Muhyiddin
Arabî Hazretleri âyette geçen zikri, bu sebebten namâza almışlardır. Siz bana
namâz kılarsanız, ben de size namâz kılarım. Fakat musallî olan bir kimse, yâni namâz kılan bir kimse namâzında Rabbini
görecektir. Eğer görmediyse o kimse namâz kılmamıştır.
Peki bir
kimse namâzında Rabbini nasıl görebilir?
Bu görmek
bilmektir, bilen kimse görüyor demektir. Yalnız bilmekte üç türlüdür. İnsânın
Allah’a karşı üç türlü itminân olması lazımdır. İtminân:Mutmaîn olmak, gönül
huzûrudur, mânevîi doyumdur.
Bir kişi en
evvela Allah’ı İlmel yakîn olarak idrâk eder. Bu vesîleyle yalnız ilim kâfi
gelmiyor. İlmel yakîn olan bir kimsede ne gibi haller mevcûttur? Herkes der ben de Rabbımı ilmel yakîn
tanıyorum. İlmel yakînin alâmetleri vardır. Bu alâmetler ikidir. Bunların
birisi teşbih, birisi de tenzihtir.
Nedir bu
Tenzih ve Teşbih?
Tenzih:Hak
Teala Hazretlerini hiçbir şeye benzetmemektir. Pekâlâ bir insânın Allah’ı hem
tenzih, hem teşbih etmesi için her hangi bir delil mevcût mudur?
Cenabı
Allah Kur’ânı Kerîm’inde (Leyse kemislihi Şey’ün vehüves semîü’l basîr)
buyuruyor. “O öyle bir Allah’tır ki hiçbir şey ona benzemez” İşte bu tenzihtir.
Fakat âyeti kerimenin devamı (Vehüvessemîul basîr) “O hiçbir şeye benzemeyen
Allah duyar ve görür. ”İşte bu duyma ve görmeyle teşbih edilmiş, birşeye
benzetilmemiş oluyor.
Şu halde
benzetme nasıl oluyor?
Duyma ve
görme Allah’ta olduğu gibi insânlarda da mevcuttur. Bununla hadîs-i şerîfde
buyuruluyor (Halakallahü Âdeme alâa sûretihî) “Allahû teâlâ Âdemi kendi sûureti
üzere halk etti. ”Fakat sûret deyince biz ne anlayalım? Sûret, her ne kadar
şekil gibi görünüyorsa da, sûret görünmez. O halde sûret nedir? Sûret
sıfatlardır. Bu hadîs-i şerîfle Allahû Teâlâ Hazretleri Âdemi kendi sıfatları
üzere halk etti demektir.
Demek ki
Allahû Teâlâ Hazretlerinin belirtileri sıfatlarıymış. Bu sıfatların başında da Hayât
gelir. Sonra sırasıyla İlim, İrâde, Duyma, Görme ve Kelâm gelir. Bu sıfatlar
Allah’ın olduğu gibi, bunların birer misâlleri de insânlarda görünür. İşte bu
cihetle Hakk Teâlâ Hazretleri Âdemi kendi sıfatları üzere halk etmiş oluyor. Bu
i’tibârla bir insân ilmel yakîn mertebesine eriştiği zamân, Allah’ı hem teşbih,
hem de tenzih etmiş olacaktır. Bu mertebeye erişebilmek, ancak insânın kendi
sıfatlarını Hakk Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarına delil yapmasıyla mümkün
olacaktır.
Demek olyor
ki bir insânın ilmel yakîn olabilmesi için evvelâ, Hakk Teâlâ Hazretlerini
teşbih etmesi lazım gelecektir. Yani hem bir şeye benzetecek, hem de benzetmeyecek. Zâtı cihetiyle Allah
hiçbir şeye benzemez. Sıfatları itibariyle benzer. Bir insân da bu aşamayı
aştıktan sonra, aynel yakîne vâsıl olur.
Yalnız,
aynel yakinin üç alâmeti mevcûttur. Bu üç alâmete ehlullâh lisânında
fenâ’fillâh denilmektedir. Peki bu Fenâ’fillâh nedir? Allah’ta yok olmaktır.
Bir insân Allah’ta nasıl yok olabilir?
Ancak
ilimle yok olabilir, ilimsiz mümkün değildir. Bu ilme Kur’ân diliyle Ledün
İlmi, halk arasında da Tasavvuf veya Tevhîd ilmi denilmektedir. İşte bir kişi
bu ilmi tahsil ederse fenâ’fillâh dediğimiz ilmel yakîn mertebesine erişir. Bir
kişi bu mertebeye eriştikten sonra Hakkal yakîn mertebesi vardır. Bu mertebenin
de dört hâli mevcûttur. Bir kişi Fenâ’fillâh olduktan sonra Bekâbillâh
olacaktır. Bekâbillâh Allah’tan Allah’la beraber var olmaktır. Yani Allah’ın
varlığıyla var olmaktır. Bu da, dört mertebedir. İşte bu dört mertebeyi de tahsil
eden bir kişi Hakkal yakîn mertebesine erişmiş olur. Bizlere Mi’râcın getirdiği
anlam budur.
Resûlullah
Efendimizin yapmış olduğu Mi’râcın, zâhiri ve bâtını mevcûttur. Resûlullah
Efendimiz zâhiren bu unsûrî vücûduyla, cismâniyetiyle bir defa Mi’râç etti. Bu
Mi’râcı gerek Kur’ânı Kerîm, gerekse Mevlîd sâhibi Mevlîd-i Şerîf’inde açık
açık beyân etmektedir.
Bundan başka Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin otuz üç ma’nevî Mi’râcı olmuştur. Peygamber Efendimizin namâzdan
bahsetmiş olduğu Mi’râc ruhânî olacaktır. Çünkü cismânî Mi’râc yalnız Peygamber
Efendimizle, Peygamberlerden Yûnus
Aleyhisselâma nasîb olmuştur. Diğer Peygamberlerin hepsinin Mi’râcları ruhânî
olmuştur. Resûlullah Efendimiz Mi’râctan
dönüşte, biz ümmetlerine hediye olarak getirmiş olduğu namâzın kılınması
Mi’râctır. Mi’râcın yapılmasındaki hikmet, cismânî değil ruhânîdir. Peki bu
ruhânî Mi’râc nasıl olabilir?
Bu
ruhânî Mi’râc, ilimle olacaktır. İlimsiz
olmaz. Bir kişinin namâzda Mi’râc edebilmesi için evvelâ, namâzın ne olduğunu
bilmesi lâzımdır. Namâz, kullarla Allah arasında müştereken kılınır. Bunun için
Muhyiddin Arabî Hazretleri (Fezkürûni Ezkürküm) Âyet-i kerîmesinin tefsîrini
yaparken “siz bana namâz kılarsanız, bende size kılarım buyuruyor. ” Fâtiha-yı
Şerîf, kullarla Allah arasında
müşterektir. Mâliki yevmiddin’e kadar olan Allah’a aittir. Mâliki yevmiddin’den
sonrası kullara âittir.
(İyyâke
na’büdü) diyoruz. Bu ne demektir? “Ancak
sana ibâdet ederiz” demektir. Kimdir bu ibâdeti yapan? Kuldur. Bunun için
İyyâke na’büdü’den Fâtiha-yı Şerif’in sonuna kadar hep kula âittir. Kulun
lisânıyla Cenâbı Allah konuşmuştur. İşte bu böyle ortak olduğu gibi namâz da
Allah’la kul arasında ortak kılınır. Bir rekâtına kul Rabbına kıldımı, ikinci
rekâtı da Rab kuluna kılar. Ancak bunun anlaşılabilmesi için, kul namâzında
Rabbını görecektir, eğer görmediyse namâz kılmamıştır, namâzın sûretini icrâ etmiştir.
Şu halde
namâzımızın Mi’râc olabilmesi için, nasıl namâz kılmamız icâb eder ki,
namâzımız Mi’râc olsun? Kişinin namâzının Mi’râc olabilmesi için, en evvelâ
Rabbını bilmesi gerekir. Bunun için Resûlullah
Efendimiz (Men arâfe nefsehû fekad arâfe Rabbehû) Buyurmuşlardır. Yâni
“nefsini bilen Rabbını bilir” Rabbını bilen nefsini bilir. Nefsimizi bilmemiz
için de, nefsin sıfatlarını,
mertebelerini bilmemiz icâb eder.
Nefsin sıfatları ve mertebeleri
dendiğinde:Emmâre, levvâme, mülhime, mutmaine.
Bunlar
yedidir denir. Yalnız bu sıfatlardan birini bilmekle kişi Rabbını bilmiş
sayılamaz. Öyleyse, bu nasıl bir nefistir ki, biz onu bilmeyle Rabbımızı bilmiş
olalım?
Nefis
nedir? Rûh nedir? Aralarında fark var
mıdır? Hatt-ı zâtında bunların ikisi de birdir. Nefis ulvîleştiği zamân Rûh,
süflîleştiği zamân nefis ismini alır. Yani rûhun alçak olmasına süflileşmesine
nefis, ulvîleşmesine de Rûh deniliyor. Bu nefsin ulvîleşmesi Rabbini bilmesiyle
mümkün olacaktır. Zâten insanların da yaratılmasındaki hikmet budur.
Kur’ân-ı
Kerîm de(Vemâ halaktul cinne vel inse illâ liya’budûn) “Biz insanları ve
cinleri başı boş dolaşsınlar diye halketmedik, ancak bize ibâdet etsinler diye
halkettik. ”Her ne kadar Kur’ân-ı Kerîm kendi lisânları üzere inmiş ise de
Ashâb-ı Kirâm bazı anlayamadıkları meseleleri,
Resûlullah Efendimize soruyorlardı. Bir gün, bu mesele hakkında
sordular. İbâdet, nedir Ya Resulallah? İbâdet, Allah’ı tevhîd etmek ve Allah’ı
bilmektir buyurdular. İşte bütün bu kâinatın yaratılmasında ki hikmet Rabbımızı
tevhîd etmek ve Rabbımızı bilmek içindir. Rabbımızı tevhîd edip bilmemiz için
de bir öğreticiye ihtiyâcımız vardır. Eğer kişi bir öğretici olmadan bir ömür
boyu, kendi kendine bunu öğrenmeye ve
anlamaya çalışsa hatta yaşadığı ömür kadar daha ömür verilse yine anlayamaz.
Zîrâ anlaşılması mümkün olsaydı Cenâb-ı Allah bu âleme bunca Peygamber, bunca
Velî göndermezdi.
Demek ki
insânın kendi aklıyla, kendi okumasıyla bu hikmetten haberdâr olması mümkün
olmadığından, bu âleme Peygamberler gönderdi. Fakat şimdi Peygamberlik devri
geçti. Bu âlem ne olacak? Evet Peygamberlik devri geçti, ama, velîlik devri
geçmedi. Velîler, Peygamberlerin vârisleridir. Bu sebepten dolayıdır ki, bu
ilmi öğrenebilmemiz için, Peygamberlerin vârisi olan bir velî bulmamız
lâzımdır. fakat Cenâbı Allah'’a böyle olan velîleri gizlemiş, kudsî hadîsin de
buyuruyor. (Evliyâ-i tahte kubâbî lâya’rîfuhüm ğayrî) “Kubbelerimin altında
benim Velîlerim vardır. Onları benden başka kimse bilmez. ” Cenabı Allah,
onları benden başka kimse bilmez derse, biz âciz kullar bu velîleri nasıl
bulabiliriz?
Böyle velî
kulları bulabilmek için ancak Rabbimize sığınıp ona teslîm olacağız. Peki,
bizler Rabbımızı gördük mü ki, ona teslim olalım? Rabbımızı görmedik, ama,
vermiş olduğu emirleri yerine getireceğiz.
Kitapların
ve âlimlerin buyurduklarına tâbi olacağız. Onların buyurduklarına ve
yasaklarına sımsıkı sarıldığımız zamân, onun emirlerine teslim olmuş oluruz.
Fakat yalnız bu teslimiyet kâfi gelir mi? Bu teslimiyetin yanında duâda
lazımdır. Duâ:Allah’a yalvarmak ve ricâda bulunmaktır. Bunun için kıldığımız
her namâzda, okuduğumuz
Fâtihayı
Şerîf’te geçiyor. (İhdinassırâtalmüstakîym)Bunun anlamı nedir?
“Yâ Rabbi
bizleri doğru yoluna hidâyet et, doğru yoluna sevk et. ” Eğer duâlarımızı böyle
hâlisâne yaparsak, Allah’u Zülcelâl Hazretleri de, gök kubbesinin altında
gizlemiş olduğu velîlerini bizlere buldurur.
Şâyet
Allah’u Teâlâ Hazretleri bu hidâyet kapılarını açmazsa, bir insân nasıl o
velîleri bulabilir? Biraz evvel üstüne basa basa söylediğimiz gibi, bizlere bu
kapıların açılabilmesi için kulluğumuzu sadâkatla yapacağız. Bununla berâber,
duâ edip yalvaracağız. Böyle kulluk edenler için, Cenâb-ı Allah şunu
va’dediyor. Allah va’dinden dönmez.
Kudsî
hadîsde şöyle buyuruluyor. (Men talebenî vecedenî) “Beni arayan beni bulur.
”Yeterki bizden istek olsun. Eğer biz Rabbımızı bulmak istiyorsak, Rabbımıza
kavuşmak istiyorsak, onun emirlerine tam teslîm olalım, teslîmiyyetimiz tam
olduktan sonra o bize kolaylığını gösterecektir.
Şu beyitler
buna ne güzel bir örnektir.
Hakk
tecellî eyleyince
Her işi
asân eder
Halk eder
esbâbını
Bir lahzâda
ihsân eder
Cenâbı
Allah ne zamân murâd edecek, senin duân kabûl olacak, sana sebebini halk
edecektir. Bu, sebebsiz mümkün değildir.
Yine Cenâbı
Allah Kur’ân-ı Kerîminde inânan kimselere şöyle hitâp etmektedir. ( Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil
vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne). )
“Ey imân
edenler Allah’tan korkunuz ve ona, bir vesîle arayınız ve bu vesîleyi aramakta
çok cehd ediniz, mücâdele ediniz. Umulur ki felâha erersiniz. ” Fakat bu vesîle
olacak kimselerin, doğruları, iyileri ve eğrileri de mevcûttur. Allah muhafaza, doğrusuna değil de bir eğrisine rastgelirsen
senin yolunu sarpa uğratır. Niyâzî Hazretlerinin buyurduğu gibi;
Her mürşide
dîl verme kim
Yolunu
sarpa uğratır
Mürşidi
Kâmil olanın
Gâyet yolu
âsân imiş
Hakikaten,
gerçek mürşidin yolu pek kolaydır. Çünkü, bu yol herkesin bildiği gibi şeriâtle
kâimdir. Bir insân şeriâtı ihmâl eder, şeriâte tâbi olmazsa o kimsenin yolu
zorlaşır. Bunun için evvelâ Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi olacağız. Daha
sonra kâmil mürşidi bulacağız, o zamân yolumuz kolaylaşacak.
Burada
neden yol deniliyor? Bu yol nedir?
Yol,
insânları bir yerden bir yere götüren vâsıtadır. Peki bizim ulaşacağımız yer,
aradığımız yer bizden ayrı bir yerde mi ki yol arıyoruz? Kur’ân-ı Kerîm’de(Ve
nahnü akrabü ileyhi min hablil verîd) “Ona şah damarından daha
yakınız”buyuruluyor. Allah bize bu kadar yakın iken, yola hâcet nedir?
Hakikatte, burada yol denilen ilimdir. İlim yoluyla biz kendimizde mevcûd olan
varlığı bulacağız.
Resûlullah Efendimiz, bize Allah’a giden yolları beyân
etmiştir. (Etturuku ilallâhi biadedi enfâsil halâyık) “Allah’a giden yollar
halkın nefesleri sayısınca demiştir. ”Öyle ise bir insân kendi soluğuna,
nefesine dikkat etsin, nefesimizi her
alış verişimizde nefes ne diyor. İşte bunu öğrenebilmemiz için bir öğreticiye
ihtiyâcımız var. Bulacağımız bu öğretici nefesimizin bizlere ne söylediğini
bizlere öğretecektir. Bunun için Kur’ân-ı Kerîminde(Hel yeste villezine
ya’lemune vellezine lâya’lemûn) “Hiç bilenle bilmeyenler bir olur mu?
”buyuruluyor.
Bunun için
bir insân kendisinde aradığını bulduğu zamân Mi’râcını yapmış olacaktır.
Hadd-i
zâtında Resûlullah Efendimizin Mi’râcı anlatılırken yedi kat semâyı aştı, yeri
göğü olmayan bir boşlukta Rabbı’na mülâki oldu. Vaktâki geri döndü, yatağını
soğumamış vaziyette sımsıcak buldu. Demek ki o kadar âni bir şey olmuş ki
yatağı soğumadan, yedi kat gökleri dolaşmış, geldiğinde yatak daha hâlâ
sıcaklığını muhâfaza etmiş.
Allah her
şeye kadirdir. Bir ânda her yeri gezdirip, tekrâr aynı yerine getirebilir.
Biz bu
Mi’râcı mânâ cihetiyle düşünecek olursak,
Resûlullah Efendimizin Mi’râcını
kendi vücûdunda tamamladığını idrâk ederiz. Mi’râc yükselmektir dedik, nereye
yükselmek? İlim ve irfâniyete yükselmek, ilim ve irfâniyetle kendisinde mevcûd
olan varlığı anlamış olmaktır. Mısrî Niyâzî Hazretlerinin bir sözü vardır.
Sağu solu
gözler idim
Dost yüzünü
görsem deyû
Ben taşrada
arar idim
Ol cân
içinde cân imiş
Öyle
sanırdım ayrıyam
Dost
gayrıdır ben gayrıyam
Benden
görüp işiteni
Bildim ki
ol cânân imiş
İşte Mi’rac
böylece tamamlandı.
Şimdi gelelim
bir insân namâz kılarken, namâzda Rabbini nasıl görebilir? Bu görmek, aynı
zamânda bilmektir. Bir insân evvelâ kendisini bilecektir. Biraz evvel dedik,
namâz kullarla Allah arasında müştereken kılınır. Burada kul ile Allah’ın ne
olduğunu bilmemiz gerekir. Mısrî Niyâzî Efendi Hazretlerinin Bursevî İsmâil
Hakkı Hazretlerine bir sorusu vardır.
Çün Hakk
teâlâ’dan insâna daha yakın bir nesne yoktur.
Liyk bildir
bana kimdir Allah, kimdir ibâd.
Demek
istiyor ki, insânlara Allah’tan daha yakın bir nesne yok. Bu kadar yakınlığıyla
kime kul, kime Allah diyeceğiz. Karıştı, ikisi bir vücûd oldu. İşte bu görünene
mazhâr diyoruz. Mazhâr nedir? Âlettir.
İnsânlar
bir iş yapacakları zamân nasıl bir âletle işlerini işliyorlarsa, Cenâb-ı Allah
da insânları kendisine bir âlet olarak yaratmış olup, insân âletiyle bütün
işlerini işlemiş oluyor.
Bizler de
namâz kılarken kendimiz bir âlet olduğunu bilip, Cenâb-ı Hakk’ı bütün
varlığıyla mevcûd olarak idrâk etmemiz, namâzda ayakta durmamız, eğilmemiz, yatmamız ve kalkmamız, nereye
isnâd eder neye dayanır? Evvela kuvvete dayanır, bir insanda kuvvet olmazsa
ayakta duramaz, eğilip yatıp kalkamaz. Kuvvetin, Cenâb-ı Hakk’a âit olduğu,
gerek âyet-i kerîmelerle, gerekse hadîs-i şeriflerde beyân edilmektedir.
İnsânlar ne zamân bir dara düşse: (La havle vela kuvvete illa billah)
derler.
Bunun
anlamı nedir?
Yâ
Rabbi, benim gücüm kuvvetim yok, kuvvet
senindir. Kuvvet Allah’ın ise, o, kendi kuvvetiyle bizleri ayakta tutmuş
oluyor. Rükûya eğiltiyor, yatırıyor kaldırıyor yâni bizim mazhâriyetimizle
Allah’ın kuvveti müştereken bir iş yapmış olduklarından kul namâzı Allah’la
berâber kılmış olur.
Demek ki,
biz kendimizin ancak bir mazhârdan ibâret olduğumuzu Allah’ın ef’âliyle
sıfâtıyla ve zâtıyla tecellî ettiğini anladığımız zamân mi’râç etmiş oluruz.
İşte, bu bilgiye görmek denir. Yoksa Hakk Teâlâ Hazretleri iki varlık yaratmadı
ki, biri birini görsün. <Lâ yerallahe illallah> “Allah’ı Allah’tan
başka gören yoktur. ”Bir insân Allah’ın mazhârı olmasıyla, nasıl olurda Rabbını görebilir?
Ancak
kendisi bir mazhâr olup, onun mazhârında Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsini anladığı
zamân Rabbını görmüş olacaktır. İşte, namâz da böyle kılınırsa o zamân Mi’râc
olur.
Şu halde
Mi’râc nedir? Kişinin ilim ve irfâniyetle yükselmesidir, çünkü öyle olan kişileri
herkes el üstünde tutar. Zirâ ilme çok kıymet verilmiştir. İlim olsunda ne
türlü ilim olursa olsun. İlim sâhiplerine dâimâ hürmet edilir. Neden? Çünkü
Allah’ın ilmi, bir kişide tecellî etmesi ile bu kişiyi yükseltmiştir.
Buhari ile Müslim’de zikredilmiştir
ki Ebu Katade (Radıyallahû anh)'dan rivâyet ettiklerine göre;
Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve
Sellem) 'in yanından bir cenaze geçti. Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)
«Bu müsterîh veya
müsterâh'ün'minh'tir. » buyurdu.
Bunun üzerine:
«Yâ Resûlallah, müsterîh nedir, müsterâh nedir? » dediler.
Resûlullah ( Sallâllhû Aleyhi ve
Sellem) :
«Müsterîh, mümin kuldur, Dünyânın yorgunluk ve eziyetinden kurtulup
Allah'ın rahmetine kavuşur, istirahât
eder. Müsterâh’ün’minh ise günahkârdır ki memleket, insan,
bitki ve hayvanlar ondan kurtulup istirahât ederler» buyurdu.
Vallâhu yekûlul hakka ve huve
yehdîs sebîl.
HAZRET-İ HÜDÂYÎ’NİN Mİ’RÂC-I NEBÎ
SALLALLÂHU ALEYHİ VE SELLEM HAKKINDA SULTÂN I. AHMED HÂN’A MEKTUBUDUR
“Receb-i şerifin 27.
gecesi Mi’râc-ı Muhammedî ile’l-makâmi’l Mahmûdi’l ahadîdir. Ta’zîm ve tefhim
lâzımdır. Harâmeyn ehli kemâl mertebede ri’âyet ederler.”
Ma’lûm ola ki Receb-i Şerifin on
ikinci gecesi ehl-i Medine Hz. Seyyidinâ Hamza (radiyallâhü anh)’nın (‘amm-i
Resûldür-Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selemin Amcası) Medîne-i Münevvere’ye
bir buçuk sâ’at mesâfede Cebel-i Uhud kurbunda müstakil bir türbe-i şerifleri
civârında çadırlar kurarlar, şenlikler ederler. Hz. Hamza’yı ziyâret ederler.
Receb’in 23’ünde Mekke-i Mükerreme’den Recebeyn kâfilesi de gelir. Ve etrâftan
gürûh gürûh urbân cem olur. Medîne-i Münevvere’de üç gün üç gece bir
cem’iyyet olur ki Hac vaktindeki kalabalıkdan ziyâdedir.
Medîne-i Münevvere inil inil inler.
Hecinler ile evlat ve ıyâli beraberinde Yemen’den, Tâ’if’ten, şarktan,
Yanbu’dan daha nice kabâ’il [kabileler] gelir. Her birinin gözlerinden yağmur
gibi yaş akarak ve kasâ’id okuyarak ve “es-Salâtu ve’s-selâmu ‘aleyke yâ
şefi’a’l- muznibîn yâ Resûlallâh el-emân. (Salât ve selâm üzerine olsun ey günahkârların
şefaatçisi, ey Allah’ın Resûlü emân ver.)” diye feryâd ve figân ederek
Harem-i Şerife dâhil olup yüzlerini sürerek huzûra varır. Ve atebe-i sa’âdete
sarılıp bir mertebe bükâ ederler ki insân mütehammil değildir. Bir adamın kalbi
taş gibi olsa yağ gibi erir. Bu üslûb üzere üç gün üç gece Harem-i Şerifin
içinde halka halka huzûra karşı otururlar, içlerinden birisi elhân-ı ‘Arabî
[Arabî Lâhnlar, nağmeler, besteler, ezgiler.] ile medh-i Resûle başlayıp bir
miktâr okuyarak yine başlarlar. Cümlesi bir ağızdan bükâ ederek
“Merhaben bike yâ Muhammed!
Merhaba,
merhabâ fi merhabâ,
yâ hilâl hel min vâdi’l-kubbâ
yâ men ezhara’d-dîne ve nebâ”
diye niyâz ve tazarru’ ve istirhâma
başlarlar. Harem-i Şerifin içinde hâzır olanların vücûdları bilâ-ihtiyâr
lerze-nâk [titreyerek sallanarak] olup her bir mûyu [saç ve tüyleri] ok gibi
libâsından dışarı çıkacak gibi olur. Gözlerinden akan yaş ta’bîr olunamaz ve
kimse tâkat getiremez. Herkes mehbüt olur. Üç gün üç gece bu hâl üzere geçer.
Dördüncü gün akşamı ki mi’râc gecesidir. Ba’dehu salâtü’l-‘asr (bâbu’r-rahme) o
günde huzûra karşı bir kürsî konulup, mu’cize-i Nebeviyye ve mi’râc-ı
Muhammedîyi mübeyyin manzûmeler kırâ’at olunur. Cümle eşrâf-ı belde hâzır
olurlar. Harem-i Şerifin içi dışı ve meydân bir dolar ki iğne atsan yere
düşmez. Güneş gurûb edinceye dek salât ve selâm ile ve bu sûretle vakit
geçirilir.
Bir mehâbetli meclis olur ki vasfa
gelmez. O gece tâbe- sabah ‘ibâdet ile imrâr-ı vakt edilir. Şafak vakti salât-ı
fecri edâ ederler. Hecîn [hızlı yürüyen develer] ile gelenler yine hecinlerine
süvâr olup “el-vedâ ya Muhammed el-vedâ'” diyerek tazarru’ ve niyâz ederek
kasideler okuyarak giderler. Kâfile kâfile herkes dağılır. Memleketlerine
azîmet ederler. Ertesi gün Medîne-i Münevvere tenhalaşır. Elsine-i
Arab’da [arap lisanında] buna “Hacc-ı Nebî” ta’bir ederler.
Cenâb-ı Hak kalbimizde
‘aşk-ı Resûlu’llâhı ânen-fe-ânen müzdâd [Ziyâdeleştirilmiş] buyursun. Âmîn.
“O gece ibâdet yüz senelik ibâdet
yerinedir.” diye
hadîs-i şerif vardır.
O gece bir kimse on iki rekat namâz
kılsa, her iki rek’atde bir ku’ûd ve teşehhüd edip hamide ve mecîde varıp,
selâm vermeksizin kalkarak sübhâneke ve e’ûzu-besmele ve Fâtiha ve sûre kıraat
edip, nihâyet on ikinci rek’atde selâm verirse ba’dehû [sonra] yüz kerre
“Subhâne’llâhi ve’l-hamdu li’llâhi
velâ ilâhe illa’llâhu va’llâhu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ
bi’llâhi’l-‘aliyyi’l-‘azîm.”
deyip, yüz defa da estâğfirullâh dedikten sonra salavât-ı şerife
getirse ve ertesi gün sâ’im olsa ne hâceti varsa revâ ola. Meğer murâdı
ma’siyyet ola revâ olmaya, hadîs-i şerif vardır.
Bu on iki rek’at namâzın mi’râc
gecesinde bir selâm edâ olunmasının sırrı şudur ki:
Mi’râc, zât-ı
Ahadiyyete vuslat makâmıdır. O vuslat on iki dâire ile olur. On iki
rek’at olmasına sebeb budur. Cümlesinin bir selâm ile olmasının sebebi cümle
merâtibi kat’ edip Hakka vuslat eden kimse cem’ü’l-cem makâmındadır. Cem’u
l-cem’ makâmı vahdet makâmıdır. Cümle kesret bir olmuştur. Onun için bir selâm
oldu.
Ve ertesi günü savmın sırrı budur
ki: Ol makâm cemi-i mâsivâdan imsâk makâmıdır. Duanın kabûlünün sırrı: Makâm-ı Ahadiyyete kadem basan kimse gavs-ı a’zam-ı
Hakk’ın harem [ü] hâricinde merhûm ve muhterem olup bir du’âsı red olmasa
gerek. Recebin 27. gecesi bu namâzı kılan ve bâ’dehû sâ’im olan kimsenin duâsı
makbul olmak lâzım gelir.
Gel alem-i manâya
Mi’râc edegör mi’râc
‘Azm eyle ev ednâya
Mi’râc edegör mi’râc
Var ol ulu dergâha
Er kurb-ı şehenşâha
Her demde sen Allah’a
Mi’râc edegör mi’râc
Hak cezbesin aşıklar
Bu yolda Burâk eyler
Buldunsa o hâli ger
Mi’râc edegör mi’râc
Bu alem-i ferşi ko
Ol ‘âlem-i ‘arşı ko
Bas ayağını yâhû
Mi’râc edegör mi’râc
Tut da’vet-i Rahmânı
Gir yoluna bul anı
Ko Hakkı ten ü cânı
Mi’râc edegör mi’râc