| |
1935’ten
başlayarak 36, 37, derken yolum, bir teftiş heyeti içinde, Zonguldak 63 numaralı
kömür madenini teftişe çıktı. Piyesimi yazdığım yer... Emrimizde İngiliz
atları, otomobil, güzel bir villâ... Tam rahattayız. Ruhî sıhhatçe fevkalâde
iyiyim. Hiç bir zaman olmadığım kadar... Orada, Allah'ın Sevgilisine ait
eserimin başlangıcını yazmaya başladım. Ruhça çok iyiyim ama, daha evvel
bahsettiğim «hatar»ların çeşitleri, vız vız, kulağımın dibinde işliyor.
Bir
gün denizde, bir kayanın üstüne çıkmış, güneşleniyorum. Allah’ın Sevgilisine
dair, göz yaşından harflerle yazdığım başlangıç yazısının tesiri içindeyim...
Kulağımda
âni bir «hatar» vızıltısı:
—
Sen Peygamberini o kadar
seviyorsun ama, Onun Yolu seni ebedî cehenneme götürecektir .
Bu,
ahmaküstü ahmak, iğrençüstü iğrenç «hatar»a onu kovmaya bile tenezzül etmeksizin
sırtımı çevirdim. Hayret! Yine o, yine o, yine o!.. Böyle sesler, ruhumuzun
esrarlı yapısı içinde, nereden kopup ve hangi merdivenlerden çıkıp karşımıza
dikiliyor?..
Şiddetle
kovdum. Yine geldi.
Nihayet
ben de onu karşılayıp, cevabımı, ağzımdan kelime kelime dökülürcesine kafasına
çarptım:
—
Peygamberimin Yolu ebedî
cehennem olsa bile ben ondan ayrılmam! Anladın mı? Var mı başka bir diyeceğin...
Hayret
ki, hayret!.. Bu sert cevap karşısında «hatar», ışıklar yanınca karanlık ne
olursa öyle oldu. Kaçtı, silindi, yok oldu. İçim, zevk ve saadet dolu, denize
atlayıp çıktım.İstanbul'a gelince kendilerine (Abdulhâkim Arvasî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz) anlattığım zaman gülümsediler:
«—
Çok güzel, dediler; güzel cevap vermişsin!.. Yalnız küçük bir eksiği var...
Cevabının içine (muhal farz) tâbirini sıkıştırmalıydın...»
Yine,
basitlik içindeki haşmete hayran oldum. Öyle ya, o yolun cehenneme çıkması
muhaldir. Dâva, bu muhali başa alarak yola bağlılık göstermekte ve inadın
değil, hakikatin sebatını belirtmekte... «Muhal Farz» öyle bir
cankurtarandır ki İslâm tefekküründe, vâkıaları ille zıd cephelerinden de kurcalamak
sevdasındaki aklın tutunma halkası gibi bir şey...
—
Muhal farz, Allah
olmasaydı...
Diye
başlar ve daireyi emniyetle dönüp mutlak varlık noktasında karar
kılabilirsiniz.
Elime,
şüphe cellâdına karşı kullanılacak âlete ait, en güzel usûl ölçüsü geçmişti.
(Muhal:
Olamaz, olmaz)
Varlığın
Tâcına dair, Zonguldak'ta yazdığım yazı şöyle başlıyor:
—
Yâ (M...... !)
Noktalı
yerde O'nun ismi, hâs ismi... Mukaddes hâs isim... Yâni mukaddes isme, nida
siygasıyla hitap ediyordum.
«—
Onu çıkar oradan, buyurdular; Allah’ın Resûlüne, hâs ismiyle ve nida siygasıyla
hitap olunmaz.
—
Niçin efendim?
«—
Hayâ meselesi!.. Allah bile Kur'ânında, Sevgilisine, hâs ismiyle nida ederek
hitap etmedi.»
Büyük
sır karşısında yandım, kül oldum. Bizzat Allah'ın haya gösterdiği sır...
—
Kur'ânın hiç bir yerinde
böyle bir hitap yok mu?
Kısa
ve sert:
«—
Hiç bir yerinde!..»
Gerçekten «de ki» mânasına «gûl»
kelimesiyle başlayan birçok âyette, bu hitaptan sonra isim gelmediği, gözümün
önünden geçiverdi. Buna karşılık, birçok tefsircinin «de ki yâ M....................... !» diye kullandıkları
klişelerdeki kabalık içimi burkuttu.[1]
HAM VE KABA SOFTA
Sır idrakinden uzak, her şeyi nefsaniyetlerine irca edici ve herşeyin
kabuğunda kalıcı böyle tipler için, Efendimin yaftası hazırdı:
«— Ham ve kaba softa...»
Tâbir, ayniyle kendilerinindir. Bu da bende bütün bir metodun anahtarıdır.
Ham ve kaba softa, emirlere, aşk eksikliğiyle de olsa körü körüne bağlı
olan değil -emirlere körü körüne bağlı olmak, ebediyen gözü ve gönlü açık
olmaktır-; onları kendi havasız ruhuna indiren, içlerine giremeyince,
hikmetlerine sızamayan, sırlarını tadamayan ve mukaddes ölçülerin aynasında
kendi nefsini gösterendir. Yoksa gör-dükten sonra gözünü yummak ve körü körüne
bağlanmak ve artık ebediyeti gören bir göz sahibi olmak, ne devlet!.. Ona aşk
derler... Keşke bu mânada softa olabilsek...
Tarihimiz boyunca ne çektikse, belirttiğimiz gibi aşksız, hikmetsiz ham
ve kaba softalardan çektik! (s.147-149)
****
Bazı vecd demlerindeki heybet ve
temkinlerine dikkat ediyordum da, «Altun Silsile» büyüklerinden birinin,
(Hallac) Mansur için "Abdülhâlik Gucdevânî müritlerinden o zaman en değersiz
biri bulunsa ve ona rastlasaydı ipe çekilmezdi" tarzındaki sözünü
hatırlıyor ve o hikmeti elimle tutar gibi oluyordum.
****
Efendim;
«— Bektaşînin küfrü ve Mevlevi’nin
kibri olmasaydı !”
Buyurmuşlar.[2] (s.214)
[1] Not:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir iki yerde geçen ismi ise üçüncü
şahıs olarak gelmiştir.
[2] Bektaşilerin
geniş meşrebe sahip olmaları, Mevlevilerin diğer tariklere göre Mesnevi gibi
üstün bir esere sahip olmalarıyla ulaştıkları kibir durumudur. Bu durum günümüz
cemaatlerinde de kendi üstadlarının eserleri ile övünüp diğer kitapları küçük
görüp okumayan gurupları da bu statüye dâhil edebiliriz.