Ana içeriğe atla

ÖMER FAHREDDİN TÜRKKAN PAŞA

|




Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Hubbul etrâk minel imân”
“Türkleri Sevmek İmandandır”
Cübbeli Ahmet Hoca


Günümüzde pek çoğumuzun hatırlamadığı bu unutulmaz Paşa’nın asıl adı Ömer Fahreddin Türkkan’dır.
Babası, Nizam-ı Cedid Ordusunda, Topçubaşı Ömer Ağa’nın oğlu, Tuna Vilayeti Posta ve Telgraf Baş Müdürü Mehmed Nahid Bey’dir.
İstanbul-Cihangir’de doğmuş ve 1897’de Yemen’e sürülmüştür (1833-1914). Annesi, Mohaç Meydan Muharebesi’nin kazanılmasını sağlayan Akıncı Bali Bey (Balioğulları) soyundan Rusçuk’lu Fatma Adile Hanım’dır. (öl. 1887)
Fahreddin Paşa öğrenimine Ruscuk’ta başlamış İstanbul’da devam etmiştir.
İstanbul’da Harp Okulu’ndan 1888 de birincilikle Süvari Teğmeni ve Kurmay Okulundan 1891 de çok iyi derece ile çıkarak Kurmay Yüzbaşı olmuştur. Genelkurmay’da, Erzincan’da 4. Ordu’da ve Türk-Rus sınırı Tahdit Komisyonu’nda 1903’te üye ve 1906’da Yarbay rütbesiyle başkan olarak vazife görmüştür. Bu göreve devam ederken 1904’de piyade taburumuza baskınlar yapan Ermeni çetelerini bir süvari bölüğü ile Rus topraklarından geçerek çevirmiş ve etkisiz hale getirmiştir.
1908’de 4. Ordu Kurmay Başkan Vekilliği’ne atanmış, 1909’da 31 Mart ve 13 Nisan askeri ayaklanması ve Ayvalık’ta Rum ayaklanmasını incelemekle görevli Örfi İdare Mahkemeleri Başkanlıklarına, daha sonra da İstanbul’da 1. Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanlığı’nda görevlendirilmiştir.
1910 yılında Kurmay Albay olarak Tekirdağ 2. Kolordu Kurmay Başkanı olmuş, 1911-1912 de Türk-İtalyan Savaşına katılmıştır. 1912-1913 Balkan Savaşı’nda Enver Paşa’nın Kurmay Başkanlığını yaptığı Hurşit Paşa Kolordusu’nun 31. Tümen Kumandanı iken Çatalca mevziinde sol kanat köprübaşı taarruzunu yapmıştır. Bulgar ordusunun geri çekilişiyle de Ordu Kumandanlığını Enver Paşa’nın yaptığı bu harekâtta, tümeniyle Edirne’yi geri almıştır.
11 Kasım 1914 de Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı İmparatorluğu’nun Suriye Cephesinde kumandanı olarak bulunduğu 12. Kolordu’yu Musul’dan Halep’e getirmiş, 12 Kasım 1914’de Paşalığa terfi ettirilmiş, 1915’de Başkumandanlıkça Suriye’de bulunan 4. Ordunun Kumandan Vekilliğine atanmıştır. Kanal’a ve Mısır’a taarruza hazırlanan 4. Ordu’nun bulunduğu bu sahalarda İngiliz, Fransız ve Rusların evvelden ilişki kurdukları Ermeniler ve (Osmanlı Devletine bağlı olanların dışındaki) Araplar isyan için hazırlanmıştı. Çeşitli bölgelerde başlayan ayaklanmalar Fahreddin Paşa tarafından bastırılmıştır.
Bu arada Sultan Abdülhamid Han devrinde tam 17 yıl İstanbul’da göz önünde bulundurularak, eşi ve oğulları ile birlikte misafir edilen Mekke Emiri Şerif Hüseyin 1908 yılının sonlarında serbest bırakılarak Hicaz’a dönmüştü. Ve ciddi bir tehlike kaynağı olmuştu. Bu gerçeği gören Enver ve Talat Paşa’lar ve daha sonra Alman Generali Von Falkenhayn, 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’yı uyarmaya çalıştılar. Osmanlılara bağlı Şammar aşireti reisi Emir İbn-el Reşid Türkleri seviyor ve tutuyordu. Şerif Hüseyin’e karşı çıkacak daha başka Arap aşiretleri de mevcuttu. İngilizler 1915 yılında Çanakkale Savaşı’na başladıklarında Hicaz’da Şerif Hüseyin tehlikesi mevcut imkânlarla ve Türk taraftarı Arapların yardımlarıyla ortadan kaldırılabilirdi. Yemen’de iki tümenli 7. Kolordu ve Asir’deki 21. Tümen seferberlikle beraber buradan alınıp Suriye bölgesine alındı. 22. Hicaz Tümeni Mısır seferi için 1914 Kasımında geri çekildi ve yerinde zayıf mevcutlu dağınık bir alay bırakıldı1913 Yılında 31 nci Alay Komutanı olarak yaptığı başarılı taarruzla Edirne’nin Bulgar’lardan alınmasında büyük rol oynadı . Bir yıl sonra mirliva (general) oldu . Birinci Dünya Harbi başladıktan sonra Hicaz tümeni Suriye’ye çekilince Hicaz’da zayıf mevcutlu dağınık bir alay kaldı .
Osmanlı’ya ihanet eden Şerif Hüseyin ayaklanma için uygun bir zemin buldu . Suriye’deki Ordu Komutanı Cemal Paşa, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in sözüne ve yeminlerine inanarak Kanal ve Mısır seferlerine katılmak üzere 1500 develi askerin gönderilmesini istemiş ve 60 bin altın göndermişti. Şerif Hüseyin’in oğlu Şerif Ali emrindeki gönüllülerle birlikte Mekke’den Medine’ye gelerek orada kalmıştı. Bu vahim durum üzerine 28 Mayıs 1916’da Fahreddin Paşa’yı acele Medîne’ye gönderdi.
Medine Muhafızı Basri Paşa’nın Emir’in isyan etme niyeti olduğuna dair gönderdiği raporların doğru olduğunu ve Şerif Hüseyin’in oğulları Ali ve Faysal’ın Medine’de kalışlarının maksatlı olduğunu anladı .
Fahreddin paşa, Medîne’ye ulaştıktan sonra Şerif Hüseyin ve dört oğlu,  3 Haziran 1916’da Medîne çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip edip isyanı başlattılar. 5 ve 6 Haziran gecesi Medîne karakollarına saldıran Şerif Hüseyin’in güçlerini Fahreddin paşa,  geri püskürttü. Âsilerin başlangıçta sayıları 50 bin kişiydi,  bütün Hicaz bölgesindeki Türk askerinin sayısı ise 15 bin civarındaydı. Bir-i Ali ve Bir-i Mâşi mevkilerindeki âsileri yenilgiye uğratan Fahreddin paşa,  yeni birlikleri takviye edilmiş Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi Kumandanlığı’na tayin edildi.
Medîne’de bulunduğu sürece adaletten ayrılmayan ve yerli halkı küstürmemeye çalışan Fahreddin paşa,  özel bir komite kurmuştu. Komitenin müsaadesi olmadan herhangi bina askeri maksatla yıkılmıyor veya istimlâk edilmiyordu. Binanın kıymeti takdir edilip mülk sahibine temyiz için sekiz gün süre veriliyordu. Binanın bedelleri şerriye mahkemesi ve şehir binalar komisyon’undan alınıyordu.  Göçmenlerin evleri kilitli tutuluyor ve eşyalarına zarar verilmiyordu. Ayrıca halktan ciddi bir vergi alınmıyordu. Fahreddin paşa,  tarım alanlarına ve Medîne hurmalıkları’na hiç zarar verdirtmedi.  el – ayun ve el – avali bölgelerinde ki tarlalara ve hurmalıklara büyük itina gösterdi,  ayrıca 6 ton buğday ektirdi. Kısacası yöre halkı ile bütünleşmesini bildi.
Mekke Vâlisi Gâlip Paşa’nın beceriksizliği yüzünden büyüyen isyân neticesinde âsiler, 16 Haziran 1916’da Cidde’ye, 7 Temmuz‘da Mekke’ye, 22 Eylül’de Tâif’e girdiler. Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medîne dışındaki bütün şehirler isyancıların eline geçmişti. Mısır – Filistin cephesinde ki kanal harekâtı devam ediyor,  bu sebeple Hicaz bölgesinde ki isyan için yeni askeri birlikler gönderilemiyordu.  Medîne ve çevresinde 100 km’lik bir emniyet şeridi oluşturan Fahreddin paşa,  son derece kısıtlı imkanlarla 2 yıl 7 ay boyunca İngilizler ve onların yerli işbirlikçileri olan çöl bedevilerine karşı Medîne’yi savunmaya devam etti.
Fahreddin Paşa'nın, Şerif Hüseyin'in komutasındaki Arap çapulcularının Arap halkını yanına çekebilmek, isyanlarına meşruiyet kazandırabilmek için İttihatçı hükümeti dinsizlikle suçlayan ve Osmanlıyı İngilizlerle birlikte savaşa sokmak varken karşı safta savaşa sokmasını eleştiren beyannamesine cevap olarak yayınlattığı beyanname de tarihe altın harflerle yazılacak, örnek bir belge olma özelliğini taşıyor. Bu iddialara karşı şöyle diyor Fahreddin Paşa:
“..Tarihi ve dinî düşmanlarımız ve bunların müttefikleriyle hayat ve memat mücadelesine atıldığımız bir zamanda, Asa-yı İslam'ı şakkile beyn-el müslimin kanı dökülmesine sebep olan asi Hüseyin ile avanesinin bize hala Müslümanlıktan ve uhuvvet-i islamiyeden bahse cür'etleri şayanı hayrettir.
Alem-i İslamın mevcudiyeti ve bekası için'Cihad-ı Ekber' ilanına mecbur olmuş olan Halife-i Müslim'in efendimiz etrafında Cezayir, Fas, Trablusgarb, İran, Hindistan ve Rusya Müslümanlarının da toplanmaya can attıkları şu tarihi günlerde, İslamın beşiği olan Arz-ı Mukaddesi, Kudüs-ü Şerifi, Makamat-ı Mübareke'yi İngilizlere çiğneten ve altın ve paraya ibadet eden ‘Ben-i İsrail' gibi İngiliz lirası, altın ve benzerine tapan bu hainlerden her şey umulur…”
Tarih 30 Ekim 1918. Birçok cephede yiğitçe çarpışan, on binlerce şehit veren, türlü kahramanlıklar gösteren Osmanlı Ordusu müttefiklerinin yenilmesiyle yenik sayılmış ve Mondros ateşkes Anlaşması imzalanmak zorunda bırakılmıştır. Anlaşma maddeleri uyarınca Osmanlı orduları terhis edilmiş, ordular silahlarını düşman kuvvetlere teslim etmeye başlamışlardır. Fakat Medine'de bulunan Fahreddin Paşa komutasındaki Osmanlı Kuvvetleri verilen emirlere rağmen Ravza-i Mutahhara'yı Arap çapulcularına ve düşman kuvvetlere teslim etmeyi reddetmiş ve teslim olmamışlardır.
Almanya ve Osmanlı ittifakının hemen bütün cephelerde yenilgisi ile savaş sona erer ve 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalanır. Mütareke şartları gereği Hicaz Kuvve-i Seferiyesi'nin de teslim olması istenir, ancak Fahreddin Paşa, İngilizler ve İstanbul Hükümeti'nin ısrarlarına rağmen yenilgiyi kabullenmeye ve teslim olmaya yanaşmaz. Uzun süre Medine’yi teslim etmeyen Fahreddin Paşa, devlet merkeziyle bağlantının kopması, erzak ve ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine
Fakat Fahreddin Paşa'nın peşini bırakmaz ihanet; İki aydan fazla süren görüşmeler sonunda, Peygamberimizin mezarında namaz kılarken, teslimden başka çıkar yol kalmadığını savunan bazı subaylar tarafından haince bir tuzağa düşürülmüş, etkisiz hale getirilerek, [ 7 Ocak 1919]  13 Ocak 1919'da teslim olması sağlanır. Fahreddin paşa silahlarını düşmana teslim etmeyi şerefsizce bir hareket sayan yüce bir mizaca sahip olduğu için, tabancasıyla kılıcını Peygamberimizin mezarına emanet etmiştir.
Albay Necip Bey:
“Kader Paşam... Takdir-i İlâhî... Vatan ve milletinize karşı vazifenizi, kimseye nasip olmayacak bir feragat ve kahramanlıkla yapmış olduğunuza Allahü Teâla da şahittir” der. Evet Rabbim şahittir, tarih şahittir. O görevini layıkıyla yapmış şerefiyle yaşamıştır.
Daha önce şehrin yağmalanması ihtimaline karşı 100 parçaya yakın kutsal emaneti İstanbul’a naklederek, belki de Kutsal Emanetleri British Museum’da sergilenmekten kurtardı ve İslam Tarihi Kültürüne önemli bir katkıda bulundu.
28 Ocak 1919'da tutuklanarak Kahire'de Kasr-el Nil kışlasına götürülür. Bir süre sonra da harp suçlusu sıfatıyla Malta'ya götürülür. Bu sırada, işgal altındaki İstanbul'da da Nemrut Mustafa Paşa Askeri Mahkemesi'nce "padişahın emrine karşı gelerek teslim olmamakta direndiği için" ölüme mahkûm edilmiştir. Malta'da 2 yıl 33 gün süren sürgün hayatı 30 Nisan 1921'de sona erdikten sonra, Roma, Berlin, Moskova ve Batum güzergâhından gelerek Sarp (Maradit) sınır kapısından Anadolu'ya girer.
Sakarya Savaşı'nın devam ettiği o günlerde Batı Cephesi karargâhında olan Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek, Milli Mücadele'de görev almak ister. 27 Ekim 1921'de Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından, Afganistan Kabil Sefirliği'ne tayin edilir. İstanbul'a gidemediğinden ailesiyle birlikte bir süre Sivas'ta dinlendikten sonra, Afganistan'a hareket eder. Afganistan'da bulunduğu sürece çevreyi dolaşarak, Anadolu'daki Milli Mücadele'yi anlatır, maddi ve manevi destek olunmasını sağlar.
Bu beklenmedik durum karşısında önce İngiliz kontrolündeki Mısır’a götürülen Fahreddin Paşa daha sonra savaş esiri olarak Malta’ya sevk edildi. Buradaki esaret hayatından 30 Nisan 1921’de kurtularak Milli Mücadeleye katılmak üzere Fahreddin Paşa, Malta’dan bırakılınca, İtalya-Almanya- Rusya yoluyla 2 Ağustos 1921 de Kars sınırında Anayurduna kavuşmuş ve 24 Eylül 1921 de Ankara’ya gelmiştir. Bu sıralarda Yunanlıların üstün kuvvetlerle yaptıkları taarruzlar neticesinde Kütahya ve Eskişehir savaşları 10-25 Temmuz 1921 olmuş ve Türk Ordusu Sakarya’ya çekilmişti. Kazım Karabekir Paşa’nın hazırladığı Kars’taki 12. Tümen’le Fahreddin Paşa, Sakarya Savaşı’na katılmak üzere 20 Ağustos 1921 de Erzurum’dan hareket etmiş ise de, Sakarya Savaşı 23 Ağustos 1921 de başlamıştı. Bu tümenle ortalama 1200 km lik karayolunu katederek geldiklerinde Sakarya’da savaş kazanılmış bulunuyordu. Bu tümen 1922 de Büyük taarruz ve Başkumandan Meydan Muharebesine katılmıştır. Fahreddin Paşa, 1922-1926 yıllarında Afganistan’da Kabil Büyükelçisi olarak vazife görmüştür. Türk-Afgan andlaşmasının temelini atmış, Afgan ve Hintli ileri gelenleriyle görüşerek Türkiye’ye öğrenci gönderilmesiyle ilgili andlaşmalar yapmıştır. Ankara’ya yardım yapan kurumlarla temaslarda bulunmuştur.
Dostları tarafından ‘‘Medine kahramanı'' olarak bilinen Fahreddin Paşa Dünya tarihinde pek az komutana nasip olan bir şeref ile düşmanları tarafından ise ‘‘Çöl kaplanı'' olarak adlandırılmış ve daha hayattayken Mustafa Kemal Atatürk tarafından , ‘‘Daha sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdırmış kumandanımızdır'' denilerek onurlandırılmıştır.
Bu kahraman Türk paşasına Atatürk tarafından TÜRKKAN soyadını verilmiştir. Herhalde bu soyisim kimseye O'na yakıştığı kadar yakışmazdı.
1926’da İstanbul’a dönüp sonra çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 5 Şubat 1936’da Tümgeneral rütbesiyle TSK’ dan emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948’de bir Ankara seyahati sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat eden Fahreddin Paşa İstanbul’da toprağa verildi. Na’şı  Rumelihisarı kabristanına defnedilmiştir.
Önceden seçtiği İstanbul Boğazı’nda Rumeli Hisarı mezarlığındaki Kitabesinde;
‘1914-1918 Birinci Cihan Harbi’nde Medine’nin Kahraman Müdafii Ömer Fahreddin Paşa, burada yatıyor’ yazılıdır.
Neden anılarınızı yazmıyorsunuz?
diye kendisine soranlara Paşa’nın verdiği cevap onun nasıl bir irade ve ruhun timsali olduğunu göstermeye yeter:
“Ben sadece görevimi yaptım. Herkes zamanı geldiğinde vatana karşı olan borcunu yerine getirir.”
Fahreddin Paşa güçlü fiziki yapılı ve dinç, orta boylu, geniş omuzlu, açık kumral tenli ve yakışıklıydı. Sesi kalın ve ahenkliydi. Kırmızı rengi sever ve hemen bütün eşyalarını kırmızı renkli seçerdi. Gerçek zeki, çalışkan ve yiğit bir kumandandı.
Erzincan’da 4. Ordu Müşiri Zeki Paşa’nın yeğeni, Süvari Ferik Ahmet Paşa’nın kızı Ayşe Sıdıka Hanımefendiyle (1884-1959) 1900 yılında evlenmiştir.
Üç oğlu, bir kızı vardır.
Oğulları Em. General Mehmet Selim (D. 1908) ve Em. General Mehmet Orhan (D. 1910) ile kızı Suphiye Türkkan (D. 1906) dan başka Y. Makine Müh. olan küçük oğlu Ayhan Türkkan (1927-1955) Hava Yedek Subaylığı esnasında şehit düşmüştür. Fahreddin Paşa’nın askerliği yanında diğer büyük hizmetleri de vardır.
Paşam!
Biz senin yaptıklarına baktıkça kendimizde daha büyük işler yapma kuvvetini buluyoruz
Ruhun şad mekânın cennet olsun.


Medine müdafaası sırasında karşı karşıya geldiği İngiliz ajanı Lawrence tarafından “Çöl Kaplanı” olarak tanımlanan Fahreddin Paşa’ya, İngiliz yarbayı Bassett “Kaburgalarına kadar tam bir askerdir.” diyor. Bizim kanaatimizce de vatanperver, dürüst, cesur ve yüreği Peygamber sevgisiyle dolu bir Osmanlı Paşası’dır. Bu sevgisini Medine’de kaldığı sürece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrini sık sık ziyaret ederek gösteren Paşa, adeta bir türbedar gibi çalışmıştır. O, tevazu sahibi bir komutandır. Nitekim isyancılara karşı düzenlenen askeri bir harekât esnasında, güçlükle yürüyen çelimsiz bir askeri görünce devesinden inmiş “Kardeşlerim! Sıkıntıda da bollukta da her şeyi paylaşacağız.” diyerek o askeri kendi devesine bindirmek suretiyle yolculuğa yaya olarak devam etmiştir. Medine’de isyanların arttığı bir dönemde Cemal Paşa’nın “İstersen tecrübeli alman pilotlardan gönderelim.” teklifini geri çevirmiş; bir İslam beldesi olan Medine’yi savunurken yalnızca Müslüman askerlerle bu işi yapmak istediğini söyleyerek bu konudaki hassasiyetini ortaya koymuştur. Medine’de kaldığı sürece şehri savunmanın dışında imar faaliyetleriyle de uğraşan Paşa, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrine giden yolları genişletmiş, Osmanlı askerlerinin defnedildiği Medine’deki Cennetü’l Baki mezarlığını düzenlemiştir. O’nun bu yaklaşımı, kutsal toprakları sahiplendiğinin en açık göstergesidir.
Medine savunması, askeriyle tek vücut olmuş bir Osmanlı paşasının vatan ve Peygamber sevgisinin yansımasıdır. Medine Muhafızı Fahreddin Paşa, Medine’de bulunduğu sırada resmi yazışmalarda askerleri için “Mehmetçik” tabirini kullanmakta ve onları Peygamber’in askerleri olarak nitelendirmektedir. İngiliz oyunlarıyla, bedevilerin isyanlarıyla, açlıkla, susuzlukla, 50 dereceyi aşan kavurucu sıcakla, başta İspanyol Nezlesi ve askerin dişlerini ve çenesini düşüren İskorpit olmak üzere türlü hastalıklarla ve ağır çöl koşullarıyla canla başla mücadele ederek Medine-i Münevvere’yi, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrini son ana kadar savunan, teslim çağrılarını geri çeviren Fahreddin Paşa’nın bu dik duruşunu ancak ve ancak Peygamber sevgisiyle izah edebiliriz. Zira Fahreddin Paşa Medine’yi “bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği” diye tanımlamak suretiyle bu kutsal şehre özel bir önem vermektedir.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti, Fransız İhtilalı’nın bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik isyanları ve emperyalist devletlerin kışkırtmaları neticesinde 19. yüzyılda büyük toprak kayıplarına uğramıştı. 20. yüzyıl başlarında Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Trablusgarp’ın İtalya tarafından işgali ile Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığı son bulmuştu. Ardından gelen Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’nin Batı Trakya topraklarını kaybetmesine neden olduğu gibi fırsattan istifade eden Arnavutluk da bağımsızlığını ilan etmişti. Netice itibariyle I. Dünya Savaşı başlarında Osmanlı Devleti, yüzyıllardır adalet ve hoşgörü ile hâkim olduğu Balkanlardaki ve Afrika’daki topraklarını yitirmişti. Arap memleketlerinde de durum hiç iç açıcı değildi. Zira İngiltere bölgedeki petrol kaynaklarını kullanabilmek için gözünü Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarına çevirmiş, bunun için de her türlü oyuna başvurmaktaydı.
Birinci Dünya Savaşı işte böyle bir ortamda başlamıştı. Bu arada İngiliz ajanı olan Lawrence de bölgede bulunuyor ve “Osmanlı, Müslüman olmayan Almanya ile ittifak yapıyor, yakında Almanlar Mekke ve Medine’ye de girecektir.” diyerek Arapları Osmanlı Devleti aleyhinde kışkırtıyordu. Bu karışık ortamda Peygamber Efendimizin kabrinin bulunduğu Medine’yi savunmak üzere Fahreddin Paşa 23 Mayıs 1916’da Medine’ye görevlendirildi.
Medîne’yi Suriye’ye bağlıyan demiryolu hattı, İngiliz casusu Lawrence’in para karşılığı kandırdığı bedeviler tarafından devamlı tahrip ediliyor, Medîne’ye askeri mühimmat ve erzakın ulaşması engelleniyordu. Fahreddin paşa,  ilk iş olarak Medîne’de bulunan Hazreti Peygamber’in Mukaddes Emânetlerini 2000 askerlik bir koruma ile İstanbul’a gönderdi. İsyancılar kısa zamanda Medîne’yi kuşatma altına aldılar. İstanbul hükümeti kuşatma başlamadan Fahreddin Paşa’ya şehri tek etme emri gönderdi. Bu emre karşı paşa,
 “Ben Türk bayrağını indiremem,  eğer indirilecekse buraya başka kumandan gönderiniz “
dedi. Paşa,  “İngilizlere ve araplara teslim olmaktansa şehri ve kendimi feda ederim. ” diyerek kuşatmaya can başla karşı koydular. Bu arada devamlı “Ravza-i Mutahhara’ya,  yâni Peygamberimizin kabri saadetine giden Fahreddin paşa,  mezara seslenerek şöyle diyordu
”Yâ Rasûallah,  senin için savaşanlarla sana karşı çıkanları gör, Allah’ın yardımını bize ulaştır” diye yakarıyordu.


İşte tarihe altın harflerle kazınan, Türk milletinin Hz. Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) bağlılığını ortaya koyan, “Can Verir, Cananı (sallallâhü aleyhi ve sellem) veremez Türkler” diye adına şiirler yazılan, başından sonuna bir destan olan “MEDİNE MÜDAFAASI” böylece başlıyordu. Fahreddin Paşa ve askerlerinin yazdığı bu destan Temmuz 1916’dan Ocak 1919’a kadar sürecek, Peygamber Efendimizin kabrini düşmana bırakmamak için isyancılara karşı mücadele edilecektir. İsyancıların baskınları, pusuları, Hicaz Demiryolu’nun bombalanması gibi pek çok olayın yaşandığı bu mücadele esnasında en temel sorun açlık ve susuzluk olmuştur. Lawrence ve adamları tarafından su kaynaklarının zehirlendiği bir ortamda Medine’ye gelen tren seferlerindeki aksamalar hem askeri hem de halkı yiyecek sıkıntısı ile karşı karşıya getirmiş, halkın önemli bir kısmı şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Medine’deki direnişi kırmak isteyen İngilizlerin I. Dünya Savaşı sonlarında Hicaz Demiryollarını bombalaması üzerine Medine’nin dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmiş ve sıkıntılar daha da artmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrini düşmana bırakmamakta kararlı olan Osmanlı askeri un stokları azalınca hurma çorbası içmiş, hurma çekirdeklerini öğüterek elde ettikleri undan ekmek üreterek yemişlerdi…
Büyük komutan Fahreddin Paşa, bir taraftan Medine’nin geleceğini düşünürken diğer taraftan gıda sıkıntısına karşı çözüm yolları arıyordu… Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın istasyonlarının düşman eline geçmesi nedeniyle şehre erzak girişinin kesilmesi ve isyancıların Medine Kalesi’ni muhasara etmesi üzerine direnişin en zor günleri başlamıştı. Medine açlıkla boğuşurken çok ilginç bir olay yaşanır.
Şehir çekirgeler tarafından istila edilmiştir. Herkes durumu endişe ile karşılarken Fahreddin Paşa, askerlerini toplayarak; Peygamber Efendimiz döneminde de Hicaz’da çekirge istilasının yaşandığını ve sahabenin çekirge yediğini söyleyerek durumu bir fırsata dönüştürmek istemiştir. Askerlerine, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin “İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helal oldu.” şeklindeki hadisini hatırlatan; “iki ölü balık ve çekirge, iki kanlı dalak ve karaciğerdir.” diyen Fahreddin Paşa, çekirge yemenin sünnet olduğunun altını çizerek askerlerini buna alıştırmak için şu bildiriyi yayınlamıştı:
“Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Uçar, yeşilliklerle beslenir, temiz ve taze olan yiyecekleri yer… Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar… Hekimlerimiz de çekirgenin şifa verici ve besleyici olduğundan bahsediyorlar…” diyerek Peygamber Efendimizin kabrini düşmana teslim etmemek için yaşadıkları bu sıkıntı karşısında Allah’ın kendilerine bir lütufta bulunduğunu ifade etmiştir.
Çok güç şartlarda Medine"yi müdafaa eden Fahreddin Paşa, ikmal yolları kesildiğinden emrindeki askerlerin iaşesini sağlamakta zorlandığında dahice bir buluş yapararak, askerlerin et ihtiyacını karşılamak ve eksik kalan kalorilerini temin için o sırada Medine’yi adeta istila etmiş olan çekirgeleri yiyecek olarak kullanmaya karar verir. Fahreddin Paşa’nın bu açıklamalarıyla askerimiz kavurma niyetine çekirge yemiş, çekirge unundan ekmek yapmış, çekirge kurusunu da çerez gibi yiyerek bir süre bu şekilde beslenmiştir.
Bu konudaki 7 Haziran tarihli günlük emri şöyledir:
["Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var?
Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Serçe gibi huysuz, serçe gibi asabî. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor. Hicaz, Âsir, Yemen ve Afrika Arabları"nın başlıca gıdası çekirgedir. Bedevîler sağlamlık ve zindeliklerini, hafifliklerini yedikleri çekirgelere borçludurlar. Çekirgeyi develer de büyük bir zevk ile yiyorlar. "Kunfede" de develeri kâmilen çekirge ile besliyorlar. Müessir ve katî olan şifa hassaları dizlerinin bağı çözülenlere, zayıflara, bünyevî hastalıklara- büyük tesiri vardır.
Çekirge romatizma için iksir gibidir. Şifa hassaları bilhassa yumurtasında toplanmıştır. Biz maatteessüf bunları çukurlara gömerek, üzerlerine kireç dökerek ziyan ediyoruz.
Çekirgeyi doktorlarımıza tetkik ve tahlil ettirdim. Bunlar, tetkikat neticesinde çekirgeden yüksek sitayişle bahsetmekte, şifa ve gıda özelliklerini saymakla bitirememektedirler."
Çekirge bir gıda, hem de devadır. Av etleri gibi bundan da istifade etmeliyiz. Yediğimiz sebzelerin birçoğundan daha ziyade faydalı olduğu tecrübe ile tahakkuk etmiştir.
Medine"de müzayede ile bir okkası, yedi-sekiz kuruşa satılıyor. Sahil kasabalarda pek beğenilen ıstakoz ve karidesten hiçbir farkı yoktur.
Çekirge, her iklimde yenebilir. Yenmesi sünnet-i seniyedir. Cenab-ı Peygamber, hadis-i şeriflerinde "Uhillet lenâ meyyitâni veddemâni" buyurmuşlardır. Mânası: İki ölü ve iki kanlı bize helâl oldu" demektir. "İki ölü; çekirge ile balık, iki kanlı ise, karaciğer ve dalaktır". İmam-ı Malik, yenmesine cevaz verilen çekirgenin başının koparılmasını veyahut ateş üzerinde kavrulmasını şart kılmış ise de "Hanefi ulemâsının" çekirgenin ölüsünü bile helal saydıkları ve hiçbir kayda tâbi tutmadıkları "Tenvir-ül Ebsâr" ve onu şerh eden diğer kitaplarda yazılmıştır.
Hicaz çekirgesi, diğer mıntıkaların çekirgelerine nazaran daha besili ve tatlıdır. "Şark" ve "Hail" cihetlerinde Bedevîler çekirgeyi bereket sayarlar.
Çekirge yemeği dört suretle hazırlanır.
1- Toplanan çekirgeler çiroz gibi güneşe serilir, iki üç gün kadar kurutulur. Ayakları ve başı koparılır. Daha sonra beden kısmı bir parça yağ ile kavrulur ve kavurma gibi yenir.
2- Sıcak su ile haşlanır, baş ve ayakları temizlenir. Hemen pişmek üzere bulunan pirinç ve bulgur pilavına karıştırılır.
3- Haşlanmış çekirgeler tabağa konulup, üzerine zeytinyağı ve limon gezdirilir.
4- Çekirgenin kavrulan kısmı, havan içinde toz haline getirilir ve et tozu konservesi şeklinde kutularda, dağarcıklarda saklanır. Araplar arası en makbul tarzı budur. Bunlar, savaş zamanlarında Bedevîlerin biricik gıdasını teşkil eder.
Büyük bir dikkat ve ihtimam ile ve kendime mahsus titizlikle yaptırdığım tecrübelerde tıbbî hassaları tahakkuk eden ve yenmesi sünnet olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en hafif tâbir ile nimet tanımamazlıktır. Dün karargâh sofrasında Çekirge tavası vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden daha iyi buldum. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor.
Elhasıl dün, çekirgeleri bahçelerden kovup yok etme tedbirini düşünürken, bugün çekirge geliyor mu? diye yolları gözlüyorum. Hangi mıntıkaya çekirge düşerse, tarifim veçhile istifade edilmesini ve bana da hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ederim."]

Yüzyıllardır İslam’ın bayraktarlığını yapan, İslam düşmanlarına karşı canını ortaya koyan bir milletin evladı olan Fahreddin Paşa, yaşanan tüm bu sıkıntılara rağmen askerleriyle birlikte Hz. Peygamber’in kabrinin önünden ayrılmıyor; kendisinin deyimiyle “son ere, son mermiye ve de son damla kana dek…” mücadeleye devam edileceğini adeta haykırıyordu.
Bu sıkıntılı günlerde ortaya konulan direniş, Fahreddin Paşa’nın subaylarından İdris Bey tarafından şöyle dile getiriliyordu:
Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, Canan’ı (sallallâhü aleyhi ve sellem) veremez Türkler.
Ebedi hâdimu’l haremeyniniz,
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Peygamber Efendimize bağlılığın bir göstergesi olan bu şiir İdris Bey tarafından yazılmış olmakla beraber Medine’yi savunan Müslüman Türk askerinin ruhundan fışkırıyordu. İdris Bey askerimizdeki Peygamber sevgisini ortaya koymuştu bu dizelerinde.


["Türk, Arap, Kürd, Çerkes, Arnavud, ey Ümmet-i Muhammed!
Şurada yatan Harem-i Şerif sahibi Hz. Peygamber’in huzurunda sizlere beyanatta bulunmak üzere Minber-i Mukaddes’ e çıkmak şerefine mazhar olduğum için pek bahtiyarım...
Bu şerefe nail olduğumdan dolayı Cenâb-ı Hakk’a ve Habib-i Ekremi’ne hamd-ü senalar ederim.
Almanlarla birlikte giriştiğimiz şu harbde Rusya parçalandı ve bunun neticesinde otuz kırk seneden beri esir olan üç sancağımız: Kars, Ardahan ve Batum’u kurtarmaya muvaffak olduk. Ordularımızı bu muvaffakıyetlere mazhar kılan Allah’a ve Resulüne hamdü senalar olsun.
Halife orduları en büyük düşmanlarıyla boğaz boğaza çarpıştığı bir sırada Şerif Hüseyin’in isyan ve düşmanlarla ittifak etmesi Halep, Kudüs, Beyrut, Basra, Bağdat gibi birçok güzel şehirlerimizin düşman eline geçmesini sağladı.
Mısır’daki İngiliz generali Ragnel Doncet, güya şahsi menfaatimi düşünürcesine hayatım hakkında teminatlar vererek gönderdiği beyanname ile beni kandırmaya çalıştı.
Ben bu tacizcilere, bu işgalcilere şu cevabı verdim: "Muhammedîyim, Türküm ve askerim. Tefâhürü/ övünmeyi sevmem!”
Kardeşlerim!
Sizin bana ve benim size itimadım oldukça, sabır ve sebat edip düşmana boyun eğmeyeceğiz!
Almanlar bize: "Siz Medine’yi müdafaa edemezsiniz, tahliye ediniz!" diye birkaç defa teklifte bulundular. Ben bu teklifleri reddettim ve bugüne kadar Hz. Peygamber"in mübarek kabrini siz kahramanlarla müdafaa ettim.
Gerçi pek çok ümitsiz günler geçirdik. Fakat Cenab-ı Hakk’ın yardımı, Resûlünün şefaat ve ruhaniyeti sâyesinde düşmanımıza boyun eğmedik ve bundan sonrada inşallah eğmeyeceğiz!
Çalışmanız, gayretiniz makbul olsun! Çektiğimiz zahmet ve meşakkâtlerin mükâfatını göreceğiz.
Bununla beraber müşkülat sona ermemiştir.
Vazifemiz pek mühimdir.
Sabır ve sebat edip düşmanlarımızı itaate mecbur edeceğiz, hatta bu uğurda icap ederse hep beraber öleceğiz.
İşte size lâzım olacak kadar vaziyeti izah ettim.
Sizden ve benden sabr-ü sebat ve devam-ı mukavemet, Cenab-ı Hakk’tan hidâyet, Peygamberden şefaat!...”]

Fahreddin Paşa ve askerleri böyle bir ruh hali içerisinde iken Osmanlı Devleti İtilaf devletleriyle 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamış ve I. Dünya Savaşı’nda yenilgiyi kabul etmişti. Bu antlaşma uyarınca Fahreddin Paşa’nın en yakın İtilaf Kuvvetleri komutanlarından birine teslim olarak Medine’den çekilmesi gerekiyordu. Ancak Paşa, teslim teklifleri karşısında Mehmetçiğin Medine’yi savunmakta kararlı olduğunu bir Cuma günü Harem-i Şerif’in minberinden şu sözlerle bir kez daha ortaya koymuştu:
“… Ey Nas! Malumunuz olsun ki kahraman askerlerim bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, Hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına ve son nefesine dek muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslüman’ca, askerce azmetmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teâlâ bizimle beraberdir. Şefaatçiniz O’nun Resulü Peygamber Efendimizdir…”
Şam işgal edilmişti.
Osmanlı İmparatorluğu Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve bütün Arabistan’ı fiilen kaybetmişti. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması aynı gün Sadrazam Ahmet İzzet Paşa imzalı acele bir telgrafla Osmanlı ordularına şöyle duyuruldu: “Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda akıllara sığmayacak fedakârlıklar gösterildikten sonra içinde bulunduğumuz devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması Osmanlı Devletimizi, İtilaf Devletleriyle antlaşma yapmaya zorladı…”
Antlaşmanın bir maddesinde Hicaz ve Yemen’de bulunan Osmanlı kıtaları ve garnizonlarının en yakın İtilaf Devletleri kumandanına teslim olması şartı vardı. Mütareke haberi Medine’ye ulaştığında, Fahreddin Paşa askerlerini ve Medine’nin ileri gelenlerini Haremi Şerif’te toplayarak. Onlara, Mescid-i Nebevî’nin Ravza-i Mutahhara’nın tam karşısındaki minberinden şöyle seslendi:
["Ey İnsanlar!
Malûmunuz olsun ki,  kahraman askerlerim,   bütün İslâm’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, Hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla kanına, son nefesine dek muhafaza ve müdafaaya memurdur.
Buna   müslümanca, askerce azmetmiştir.
Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı  Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınamayacaktır!
Allah-ü Teâlâ bizimle beraberdir.
Şefaatçimiz O’nun Resulü Peygamber efendimizdir.
Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit subayları!
Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim!
Kardeşlerim! Evlatlarım!
Gelin hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberinin karşısında hep beraber aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki: Ya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem biz seni bırakmayız!"]
Savaş uzadıkça asker içinde bozguncular türer. Bu haysiyetsizler, Fahreddin Paşa’yı etkisiz hâle getirmek, direnişi kırmak ve Medine’yi teslim etmek için bir beyanname neşrederler. Bu  alçakça beyannamenin son satırları şöyledir:
["Burada maksatsız, ölmekte ne hikmet var?
Kur’an’ımız; Peygamberimiz, beyhude yere ölmeyi men etmemiş mi?
Uyanalım! Süratle karar lâzım; zaman geçtikçe hayatımızın kıymeti büyür. Uyanalım arkadaşlar!..."]
Fahreddin Paşa ise “düşmana hemen tesim olalım” diyen bu şerefsizlere  karşı bir başka beyannâme ile şöyle cevap verir:
["Kan dökmek memnûdur/yasaktır" diyorsunuz. Öyle mi?
Ey yeminleri ile birlikte şeref ve namuslarını ve silâh arkadaşlarının bunca mukaddes cenazesini çiğneyen alçaklar!
Gidiniz, baldırı çıplak işbirlikçi/âsilere yüzsuyu dökünüz/yalvarınız.
Sizi Cehenneme kadar götürecek olan bu yolda, yolunuz açık olsun!"]
Fahreddin Paşa, Hükümet’in ve Harbiye Nezareti’nin “direnişe son verme ve teslim olma” yönündeki emirlerini dinlemiyor, bu konuda üstün bir kararlılık örneği sergiliyordu: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilafet ve Padişahın bir iradesi olmalıdır.” diyerek direnişe devam ediyordu.
Bu arada başta İngilizler olmak üzere İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bahane ederek Osmanlı topraklarını işgal etmişlerdi. İstanbul da İngiliz işgali altına girmişti. Zor durumda kalan Osmanlı Padişahı, İngiliz baskısıyla, Medine’nin Osmanlı askeri tarafından boşaltılmasını öngören bir irade yayınlayarak Fahreddin Paşa’ya göndermiştir. Ancak Medine’yi bırakmamakta kararlı olan Paşa, “Halife/Padişahın baskı altında kaldığı için böyle bir irade yayınladığını söyleyerek” bu emri de yerine getirmemiştir.
Gelinen noktada mesele içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Zira Medine’nin Osmanlı Devleti ile kara ve demiryolu ulaşımı kesilmiş, askerin cephanesi ve erzakı tükenmişti. Bununla beraber Osmanlı toprakları da İtilaf Devletleri’nce işgal edilmişti. Bu nazik durum karşısında Fahreddin Paşa’ya, “Eğer Medine boşaltılmazsa İstanbul’un da İtilaf Devletleri tarafından işgal edileceği” söylenerek Paşa güçlükle ikna edilmiş, Medine’nin teslimini öngören antlaşma gönülsüzce imza edilmişti. Yani devletin elde kalan menfaatleri göz önünde bulundurularak Medine’deki direnişe son verilmişti. Ancak Fahreddin Paşa’nın Medine’den ayrılış sahnesi de üzerinde durulması gereken bir konudur:
İslam toplumu için son derece büyük bir öneme haiz olan Medine’yi İngilizlere bırakmamak için her türlü sıkıntıya katlanan, hastalıktan pek çok askerini kaybeden Fahreddin Paşa, gözyaşları içinde son kez Peygamberimizin kabrini ziyaret ederek dua etmiştir. Kılıcını İngilizlere teslim etmeyip Peygamber Efendimizin kabrinin başına bırakmış ve oradan ayrılmamıştır. Bayrağımı burçlardan indirtmem, Efendimizi bırakmam, diye haykıran ve İngilizlere teslim olmayan Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, sonunda, kendi subaylarının ani bir baskınıyla Hz. Peygamber’in kabrinden cebren çıkarılabilmiştir.
Başta, kutsal toprakları sonuna kadar savunan Fahreddin Paşa olmak üzere asırlarca Din-i İslam’ın bayraktarlığını yapan tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyoruz. Onlar Çanakkale ve Kut’ül Ammare’den sonra unutulmaz bir destan daha yazmışlar, son kalenin nasıl savunulacağını göstermişlerdir Medine’de… Mekânları cennet olsun…
Gençliğimizin ve gelecek nesillerimizin Fahreddin Paşa ve diğer kahramanlarımızı daha yakından tanıması ve onlara layık bir hayat yaşaması temennisiyle…
Raylar,  bombalarla atıldı,  bir suikastin tamiri günlerce sürdü, lokomotifler oduna muhtaçtı. Eğer trenler muntazam işlerse,  yalnız Suriye’nin bütün ağaçlarını değil,  şehirlerin bütün ahşap evlerini,  eşyasınıda yakmak lazım gelecekti, trenler gittikçe yavaş yürüdü. Üç gün üç gece, süren yol,  bazen bir ay devam etti!
Birgün karargahımızdan gelen genç zabitlerden birine “Fahri paşa ne yapıyor?” dedim.
 “Hiç. .  birkaç siper. .  bir avuç asker.  etrafta Faysal’ın hecin suvarları. .  aşiretler,  kabileler, Fransız ve İngiliz zabitleri var.  Su içen,  yemek yiyen,  bütün faydasız ahaliyi Şam’a gönderdik. ” dedi. Devamla;
“Siperlerin kısım kısım haftada bir izinleri vardır. Fahri paşa bunları evvela Medîne’nin küçük bahçesine götürür ve karagöz seyrettirir. Askerlerin karagöz sevgisini iyi bilen Fahri paşa,  orduya vereceği tüm emirleri, karagöz konuşmaları vasıtasıyla verdirir.
Eğer bazı sözleri varsa,  karagöz vasıtasıyla askerlerine bildirir. Zira anlaşılıyor ki,  bu köylüler karagöz’ün sözüne,  gazetelerden, beyannamelerden,  nutuklardan ziyade inanıyorlar. Eğlence bittikten sonra
paşa,  askerlerini alıp,  Peygamber mezarına götürür,  sonra hepsini birer birer alınlarından öperek siperlerine yerleştirir. . ”
“Bir gün,  zabitlerinden biri bir torba getirdi. O nedir dedim,  efendim, siz çekirge tavası yemediniz mi? hayır? çok lezzetlidir. Aç kahramanlarınız muhakkak üç dört günde Afrika’nın bütün çekirgelerini bitirmişlerdir. Siz,  en bahtsız günlerde,  Sultan Selim’in astığı bayrağı,  bana elimle indirtmeyiz,  dediniz.  Medîne için kaç asker feda edersiniz?
Bir mi,  bin mi, üç bin mi,  bana ne bırakırsanız bırakınız,  Peygamber mezarının kubbesi başıma yıkılmadıkça,  mezara,  hiçbir yabancıyı sokmam,  dediniz. . ”
Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var ?
Yalnız tüyü yok.  o da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitkilerle besleniyor,  temiz ve taze şeyler yiyor. Hem de tiryaki ve keyif sahibi,  tütün ve limondan zevk alıyor.  Ayrıca Hicaz, Asir, Yemen ve Afrika bedevilerinin başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlıklarını ve zindeliklerini yedikleri çekirgeye borçludurlar. Çekirgeyi develerde büyük zevkle yiyorlar. 
Dizlerinin bağı çözülenlere, basurlulara ve romatizmalılara şifadır.
4.  ordu komutanlığı erkan-ı harp reisliği Ali Fuad ERDEM paşa’nın anılarından aktarılanlar ise şöyle;
Tabiat düşmandı,  güneş düşmandı. Asıl düşman sinsi dinamit ve taşların arasına saklanmış dinamitçilerdi. Karakollarımız yoksulluk içinde idiler.
Demiryolu üzerinde su noktaları çok azdı. Karakollara lazım olan su,  özel su vagonları vasıtasıyla haftada bir dağıtılırdı ve depolar içinde saklanırdı.
Tâze sebze ve tâze yemiş nadirdi…
Yakıcı güneş altında,  bazen sabahtan akşama kadar devam eden çarpışmalarda bu genç subayların dudakları parçalanır,  burunları çatlar…
Medîne demiryolu binlerce Türk askerinin şehit olduğu ve gömüldüğü yerlerin uzayıp gidişini gösteren bir güzergah oldu. Hicaz hattı şehitlerinin mezarı yoktur. Bu esnâda düşman da boş durmuyordu.
Mekke emiri Şerif Hüseyin ‘Kıble’ adlı bir gazete çıkarttı,  yığın yığın dergileri, Hindistan’a, Mısır’a,  Sûdan’a islam memleketlerine gönderip, Türk askerlerine karşı her cephede savaşa çağırdı.
Şerif’in askerleri, Medîne’nin kırk kilometre batısındaki “Bîr-i derviş” bölgesinde vukû bulan savaşta,  15,  20 km.  daha gerilemeğe mecbur oldu. Sonra bölgede tutunmak istemiş,  bir cephe açmak istemişlerse de Fahreddin paşa ve emrindeki bir avuç Türk evladının kararlılığı karşısında başarılı olamamışlardır.
Fahreddin paşa,  demiryolunda nöbet tutan askerlerin her gün üçer beşer güneş çarpmasından öldüğünü görür. Önce nöbet saatini yarım saate kadar indirir.  Sonra,  her nöbetçi askerin yanına bir (saka) su taşıyıcısı koyar. Yâni nöbete iki kişi çıkılır,  biri saka,  diğeri nöbetçi asker,  sonra,  nöbetçi askerlerin üstünden ağırlık yapan fişek sayılarını da indirir.
Fahreddin paşa, Medine ve çevresine mevsiminde sık sık yağan çekirgeden zarar yerine faydalanmanın yolunu buldu.  o zamana kadar her yağışında mahsülü kemirip yok eden çekirgeleri daha mahsüle dokunmadan toplatıp,  başta kendisi olmak üzere askerine yedirmeğe koyuldu.  çekirgenin tavasını,  kavurmasını, salatasını,  karargah tabldotuna koyduran paşa,  kıtalara yaptığı emirlerde herkese bu pek lezzetli yemekleri tavsiye eder ve “elinizde fazla kalır da bana hediye gönderirseniz,  memnun olurum” diye askerlerin mümkün olduğu kadar çok çekirge toplamasını teşvik ederdi.  Aynı zamanda, İngiliz altınlarının adeta oluk gibi aktığını gören ve hele bu alabildiğine yayılıp giden kupkuru çöllerin belli başlı yiyeceği olan pirinç ve unun da ancak İngilizler’in hâkim oldukları deniz yollarından bol bol gelebileceğini,  gelmekte olduğunu gören bedeviler,  başlarında şeyhleri,  reisleri olduğu halde,  bizden yüz çevirip,  kafile kafile şerif kuvvetlerine katılmak suretiyle,  sayıca kuvvetleniyorlardı.
Ağız yaralarından diş etleri çürüyor ve dişler dökülüyor.  Yemekler layıkı ile öğütülemiyor. Mide ve bağırsak hastalıkları,  hazımsızlar, ishaller baş gösteriyor. Vücut zayıf düşüyor. Bu sebeple aşağıdaki gibi emrederim: “Her hafta bütün erlerin ağızları doktorlar tarafından muayene edilecek. Ağız yaralarının tesirleri erlere akılları ereceği gibi anlatılacak. . Ağızları kirli ve yaralı askerlere günde iki üç defa koku giderici ilaçlar ile  sulandırılmış tendürdiyot gibi karışımlarla gargaralar yaptırılacak.
Kış,  sıtma mevsimi de yaklaşıyor,  onun için gelecek ayın onbeşinden itibaren bütün erlere haftada iki defa ve birer gram hesap edilmek üzere kinin içirilecek. Kinin içirilir içirilmez bir laf söyletmelidir ki,  kinini yutması temin edilsin.
Aaskerlerin ellerinde,  yüzlerinde bacaklarında sebepsiz birçok çıbanlara tesadüf ediliyor. Erlerin her bölgede hiç olmazsa haftada bir yıkanmaları temin için sabun yoksa,  mutfak külünden faydalanmalı.
Fahreddin paşa,  develere yedirilmek üzere,  kırk bin kilo hurma çekirdeğini pazardan satın alır ve mukabilinde avuçlar dolusu para öder. Zira hurma çekirdeği develer için yem olarak kullanılmaktadır ve çok önemlidir.
Bizim yere attığımız her hurma çekirdeği hecin veya develerimizi bir adım daha yürütebilir. Bu surette kıymetini bileceğimiz her hurma çekirdeği, iktisadi muharebede bize zaferi kazandıracak bir mermidir.
Develer hurma çekirdeklerinden pek hoşlanıyorlar,  seve seve yiyorlar.
Bu sebeple bütün zabit arkadaşlarımdan rica ederim,  yediğimiz hurmaların çekirdekleri için birer kutu veya sepet bulunduralım. Neferlerimiz yedikleri hurmaların çekirdeklerini veya şurada burada gördüklerini ceplerinde veya bir torba içerisinde toplayarak zabitlere teslim etsinler. Ben de asker evlatlarıma buna mukabil,  bir okka hurma çekirdeği için yirmi paralık bir tütün paketi veya iki okka hurma çekirdeği için bir kuruşluk tütün paketi verilmesini emrettim.
Hurma ve hurma çekirdeği,  birincisi askerin,  ikincisi,  devenin belli başlı besin maddesi. Fahreddin paşa,  ekmek bulunmadığı zamanlarda bile yeteri kadar hurma bulmuş,  açlıktan ölümün önüne geçmişti.  Gerçi dört beş tanesi yendiği zaman baygınlık verecek kadar tatlı olan hurmadan bıkkınlık gelir.
Fahreddin paşa bizzat kendisi örnek olarak,  et gibi çeşitli yemeklerini yaptırır. Hurmanın haşlaması,  fıstıklısı,  kızartmasını,  hatta salatasını.
Fahreddin paşa’nın günlüklerinden aktarıma devam edelim;
Bugünkü harpte hiçbir şey zayi etmeyerek herşeyden istifade etmek maksadıyla aşağıdaki hususları emrediyorum: Odun,  çalı vesaire yakacaklardan husule gelen kül zaruret halinde sabun gibi kullanılabilir. Mahrukattan husule gelen külliyetli toz,  yüzde beş nisbetinde potası hâvi (hâvi: içinde) olduğundan,  kül ile çamaşır yıkamak ve karavana temizlemek usulü tatbik edilecek. Kıtalarda yeteri kadar odun külü bulunmadığı takdirde en yakın şehirlerden kül tedarik edilecek.
Kesilen hayvanlarla ölenlerin kemiklerinden yağlı maddeler,  tutkal ve kemik tozu istihsal edileceğine göre,  husule gelen kemikler toplanarak ordu menziline sevkedilecek.  kemiklerin yağlı maddeleri,  tutkal istihsal edildikten sonra,  yüzde yirmi nisbetinde fosfor havi olan bu kemikler toz haline getirilerek ziraatte kullanılacak.
İşte bu şartlar altında Peygamber Efendimizin şehri Medine’yi müdafa eden Fahreddin paşa ve bir avuç kahraman neferi bir süre sonra kendilerine tebliğ edilen Osmanlı’nın teslim olduğu ve ordunun tüm silah ve mühimmatı ile birlikte düşmana teslim olması gerektiği emri ile yıkılırlar. Emre göre Medine teslim edilecek,  paşa ve kahramanları İngilizler tarafından Mısır’a esir kampına götürülecekti.
İşte bu emire karşılık Fahreddin paşa kararını verir.
Peygamberinin minberini ve kabrini düşmana teslim etmeyecek,  direnecektir.
Zaman kazanmak için,  kendisine bu emri getiren Osmanlı subayına Medine’nin dini öneme sahip olduğunu bu yüzden padişah emri ve şeyhülislam fetvasının gerektiğini söyleyerek geri yollar.
Bir süre sonra hem padişah,  hem şeyhülislam fetvası içeren ikinci bir “TESLİM OLUN” emri kendisine tebliğ edilir. Lâkin paşa bu emri de “padişahın İngiliz baskısı altında verdiği” mesnediyle geri çevirir.  Medine düşmana teslim edilmeyecektir.
Bir taraftan İngilizler,  diğer taraftan Şerif Hüseyin’in kuvvetleri, Medine’nin bir an önce teslim olması için her şey yaptılarsa da Fahreddin paşa,  askerlerinin çoğunun hasta olmasına rağmen, cephane, yiyecek,  ilaç ve giyecek stoklarının tükenmesine rağmen direnmeyi sürdürüyordu.  İngilizlerin “Türk Kaplanı “ diye adlandırdıkları Fahreddin paşa,  askerlerinin direnme gücü tamamen bitince teslim olmak zorunda kaldı. Teslim şartları gereği Hicaz kuvve-i seferiyyesi kumandanı Fahreddin paşa,  24 saat zarfında Haşimî kuvvetleri karargâhının özel misafiri olacaktı. Durumu kabullenemeyen Fahreddin paşa,  “Ravza-i Mutahhara” yakınındaki bir medreseye gitti ve burada daha önce hazırlattığı yatağına girip bir yere gitmeyeceğini söyledi.
Bu arada kendi subayları arasında görüş ayrılıkları olduğunu görür ve oylama yaptırır,  oyalama sonucu ağırlık teslim yönünde görüş bildirince teslim şartlarını görüşme görevini subaylarına bırakır ve kendisi Ravza’ya çekilir.
Subaylar teslim günü belirler ve ingilizler ile anlaşırlar.
O gün geldiğinde Ravza’da kalan,  o mübarek mekânın temizliğini bile kendisi yapan Fahreddin paşa teslim olmayı kabul etmez.  silahını ve kılıcını yatağının altına koyar ve ben burada kalmaya devam ediyorum der.
Gece olunca subaylar bir oyun oynayarak paşa’nın silahlarını alırlar. Sabah yeniden gelen Osmanlı subayları paşayı omuzlarına alarak bir tören varmış gibi göstererek zorla Ravza’dan çıkartırlar.
Medîne’nin artık teslim edileceğini anlayan paşa:
“Hiç utanmaz mısınız? Hiç çekinmez misiniz bu şehri teslim etmeye? Ben gitmiyorum,  zorla götürüyorlar. Şâhit olun Medine sokakları. Yollar sokaklar şahittir. Peygamber Efendimiz Sallallahû Aleyhi Ve Sellem  şâhittir. Ben gitmiyorum,  zorla götürüyorlar”
diye feryâd eder. Medîne ahâlisi ve kahraman Türk askeri, paşa’nın bu direnişini gözyaşları eşliğinde ve gurur duyarak seyreder.
Ve Mondros mütarekesinden tam 72 gün sonra Osmanlı ordusu’nun son neferi de düşmana teslim edilmiş olur.
İşte bu kahraman paşamız İngilizler’e böyle teslim olur ve önce Mısır’a,  ardından Malta’ya götürülür.  Daha sonra Malta’dan TBMM Hükümeti’nin girişimleri ile kaçırılarak millî mücadeleye katılır ve vatana hizmet etmeye devam eder.
Lâkin o her ne hizmet yaparsa yapsın,  her daim “Medîne Kahramanı”,  Çöl Kaplanı” gibi lakaplarla ve kahraman savunmasıyla tanınacak ve anılacaktır.
Hattâ, Şerif Hüseyin ve oğulları Medîne şehrini teslim almalarına rağmen,  ve Fahreddin paşa esir kampına götürülmesine rağmen ondan korkmaya devam ederler. Paşa teslim alındıktan sonra Ravza’nın önünde park edili duran paşa’nın makam otomobiline 2 sene boyunca dokunmaya dahi korkarlar. Yıllar sonra bile çocuklarını “Seni Fahri paşa’ya veririm” diye korkuturlar.
Fahreddin paşa’nın, Medîne müdafaası esnâsında durumun gidişâtının menfî olacağını tahmin ederek,  kutsal emanetleri İstanbul’a gönderdi.

Çoğunlukla Türklerin ve Padişahların Medine’ye gönderdikleri ve sadece maddi değil, tarih ve sanat bakımından da eşsiz ve her bakımdan çok değerli eşyayı (Kutsal Emanetler) kendi öz düşünce ve kararıyla ve bütün sorumluluğunu da üzerine alarak yetkili kurulca kütük kayıtlarına göre sayımını yaptırarak sandıklara yerleştirtip bir bölük asker korumasında 14 Mayıs 1917 de İstanbul’a göndermek suretiyle Türk Milletini hakkı ve malı olan değerli bir hazineye kavuşturmuştur.
‘Malumunuz olsun ki; kahraman askerlerim, İslamlığın göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafaza ve müdafaaya memurdur. Buna askerce and içmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı içinde ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten örülmüş kızıl bir kefenle gömülmedikçe, Medine Kalesi’nin burçlarından ve Mescid-i Saadet minarelerinden Türk’ün al bayrağı alınmayacaktır’
Bu değerli eşyanın başlıcaları şunlardır:

* Hz. Osman İbni Affan’ın ceylan derisine el yazması Kur’an,
* 5 adet eski el yazması Kur’an ve 4 Eczayı Şerife (Kur’an cüzleri)
* 5 adet Kur’an Kabı (Değerli taşlarla bezenmiş altın kaplamalı),
* 1 adet Hılye-i Şerif (Gümüş çerçeveli yeşil kadife üzerine pırlanta ve incilerle Peygamberimizin adı yazılı ve gümüşten bir güneş resimli),
* 1 adet Som altın üzerine pırlanta ile Kelime-i Şahadet yazılı levha),
* 7 adet Tesbih (Pırlantalı, incili, mercanlı ve anber),
* 2 adet Rahle (Gümüş kaplama işlemeli),
* 1 adet Tuğra (Sultan aziz Han’ın pırlantalı ve altın),
* 4 adet Sancak Başı ve 3 Kılıç,
* 1 adet Kevkebi Dürri adlı 4 parça elmas (100, 80, 40 ve 20 karat. Altın üzerine oturtulmuş ve çevresi elmas ve yakutlarla bezenmiş),
* 14 adet Askı (Pırlanta ve zümrütlerle bezenmiş altın),
* 11 adet Kandil askısı (Pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş altın),
* 1 adet Altın Kandil (Değerli taşlarla bezenmiş)
* 1 adet Altın Kahve Askısı
* 7 adet Şamdan (Değerli taşlarla bezenmiş altın)
* 1 adet Altın Makas,
* 8 adet Gülabdan ve 12 Behurdan (Değerli taşlarla bezenmiş),
* 2 adet Çelenk, 10 Yıldız-Çiçek İğne, 1 Yaprak (Pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş altın),
* 1 adet Pırlanta Yüzük,
* Gerdanlık, küpe, bilezikler, kemer ve kemer kaşı (Değerli taşlarla süslenmiş altın),
* Altın ve gümüş zincirler, değerli taşlarla bezenmiş altın mücevherat kutu ve çekmeceleri,
* Kütük’te 83 No.da yazılı 84 karat inci taneleri, 15 parça zümrüt, 27 parça yakut ile 53 parça pırlanta-elmas, ayrıca 20 ayar 2 kilo 935 gram altın ve 908 kilo 250 gram gümüş.
Kutsal Hazine İstanbul’a gönderilen bu değerli eşyaların kütük’te o zamanki değerleri de yazılıdır.
14 Altın askı arasında birisi 5 milyon, ikisi birer milyon ve biri üçyüz bin Osmanlı Altını değerindedir.
7 Şamdandan ikisi 155 cm boyunda ve 50 kilo ağırlığında ve herbirinin üzerinde 6280 tane pırlanta vardır ve değeri 70 000 Osmanlı altınıdır.
Kevkebi Dürri adlı büyük elmasın değeri ise 1 300 000 Osmanlı altınıdır.
Ayrıca bu eşyalar arasında 49 parça şal ve sırma işlemeli perde vardır. Medine’de bulunan Sultan Mahmut ile Arif Hikmet Bey ve diğer bazı kütüphanelerde bulunan değerli eserler de bu eşyalara birlikte gönderilmiştir.

Fahreddin paşa,  babasının yanında görevli olan Fransız mühendislerinden Fransızca ve matematik dersi almıştır. Ayrıca Fahreddin Paşa (1868-1948)Medine müdafaasıyla hafızalarımızda destanlaşan Fahreddin Paşa nın vizöründen çıkan fotoğraflar hâlâ tarihî belge özelliğini koruyor. O müdafaa ki hayali cihana değer.
Gün gelir askerleriyle birlikte çekirge kavurması yer, gün gelir susuz günlerde açtığı kuyudaki suyu zemzem niyetine içer. Ama her zaman başı diktir. Askerin maneviyatını güçlendirmek için gazete çıkarır; vatan ve sancak üstüne şiir yarışmaları tertip eder.
Kabil, 1920 ler... Bir gece vakti... Bütün şehri tehdit eden yangında göğe yükselen alevlerin ışığı iki kadim dostu buluşturur. Bir yanda Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki destansı Medine savunmasıyla adını duyuran, sonrasında Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin Kabil sefiri olan Fahreddin Paşa, diğer yanda ise Harbiye Nazırı olduğu Başkortostan ın Bolşeviklerce işgal edilmesi üzerine çareyi Türkistan da arayan Zeki Velidi (Togan) Bey. Göz göze geldiklerinde ellerinde kovalar yangını söndürmeye çalışmaktadırlar. İlk şaşkınlığın ardından söze Zeki Velidi Bey girer:
Hayrola Paşam, burada ne işiniz var?
Cevap tam da Fahreddin Paşa nın hayatını özetleyen cinstendir:
Unutmayın Zeki Velidi Bey, nerede bir hadise var, orada Türk hazırdır! .
1917. Fahreddin Paşa nın görüntülediği Medine ye ulaşabilen son surre alayı.
Gerçekten de Paşa hayatı boyunca nerede bir hadise varsa oradadır. Fakat en önemli farkı, fotoğraf makinesi de yanındadır. Mücadeleci kişiliği, cesareti ve kahramanlığı ile destanlar yazarken bir yanan da çoğu kendi vizöründen kaydettiği cam negatiflerle imparatorluğun son günlerinin bir panoramasını sunar.
Osmanlı kalesi Tophane den çekilen fotoğrafta, Mescid-i Nebevi nin dört minaresi ve Peygamberimizin kabrini örten Kubbe-i Hadra görülüyor.
Fahreddin Paşa üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan, Paşa nın birçok bilinmeyen yönüyle birlikte belgesel fotoğrafçı yönünü de ortaya çıkaran araştırmacı Ömer Faruk Şerifoğlu, O nun fotoğrafla 7 yaşında iken, doğduğu Tuna vilayetinin merkezi Ruscuk ta tanıştığını söylüyor. Vilayette Posta ve Telgraf Müdürü olarak çalışan babası Mehmet Nahit Bey in emrindeki Fransız mühendislerden cebir, geometri ve Fransızca dersleri alırken fotoğraf makinesini gördüğünü belirtiyor. Fahreddin Paşa, sık sık dersleri kaynatarak bu garip makineyi keşfe dalıyormuş. Fakat bir fotoğraf makinesine ilk kez Harbiye öğrencisi olduğu yıllarda, 17 yaşındayken sahip olmuş. Hatta Beyoğlu ndaki Phebus Fotoğrafhanesi ne gidip Bogos Tarkulyan dan özel dersler almış. Bir daha elinden düşürmediği sihirli kutusuyla İzmit, Adapazarı, Medine, Kabil, Türkistan, Buhara, Beyrut ve Malta da, görev yaptığı, seyahat ettiği her yerde enstantaneler yakalamış. Harp Okulu ndaki arkadaşları arasında fotoğrafı popüler yapmakla kalmamış, imparatorluğun son dönemlerinin en sancılı bölgelerini makinesiyle kayıt altına almış. Ailesi nin IRCICA ya bağışladığı 300 kadar cam negatif ve özel koleksiyonlardaki siyah beyaz baskılar Fahreddin Paşa nın günümüze bıraktığı en değerli miras.
Medine den Kuba Mescidi ne doğru yeni açılan yola ray döşeniyor.
Paşa, 1910 yılındaki Türk-İtalyan harbi gibi çatışmalarda bulunduysa da, adını duyurması Balkan Harbi sonrasında oluyor. Çünkü 1913 Temmuz unun 22 sinde Enver Paşa öncülüğünde Edirne ye giren ilk askeri birliğe komutanlık ediyor. Sonrasında Musul ve Halep görevleri geliyor. Arabistan yarımadasındaki hareketlenmeler üzerine yeni görev yeri Hicaz dır. Mekke Emiri Şerif Hüseyin in oğullarından Ali ve Faysal ın Osmanlı karakollarını taciz etmesi üzerine Medine de idareye el koyar. 2,5 yıl sürecek zorlu Medine Müdafaası başlamıştır artık: Yokluk dolu günlerin de başlangıcıdır bu. Gün gelir askerleriyle birlikte çekirge kavurması yer, gün gelir susuz günlerin ardından açtığı bir kuyudan bulduğu suyu zemzem niyetine içer. Ama asla ezilmez ve her zaman başı diktir. Askerin maneviyatını güçlendirmek için gazete çıkarır, vatan, sancak üstüne şiir yarışmaları tertib eder.
Medine de düşen pilot Fazıl Bey in Hilal-i Ahmer uçağı ve yardıma koşanlar.
Niyetlerinden şüphelendiği İngilizler zarar vermesin diye Mescid-i Nebevi deki Mukaddes Emanetler i Harem-i Şerif Şeyhi Ziver Bey ve 500 korkusuz askeri eşliğinde payitahta, İstanbul a gönderir. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan ve bizim de yenik sayıldığımız Mondros mütarekesinin ardından şehri teslim edin diyen İngiliz elçilerini ve Arap emirlerini dinlemez. İstanbul dan gönderilen şehri teslim etmesi yönündeki padişah fermanını ise Bir Osmanlı padişahı kendi rızasıyla Mekke ve Medine yi teslim edin diye ferman imzalamaz. diyerek tanımaz. Savaş bittiği halde iki aydan fazla direnir. 29 Ocak 1919 da tutuklanıncaya kadar her anı kahramanlıklarla dolu Medine günlerinden bugünlere hediye, kurtarılmasında öncülük ettiği Mukaddes Emanetler ve tarihî eserlerden güncel hayata, sokaktan bir tayyarenin düşmesine, bayramlaşmalardan uçsuz bucaksız hurma bahçelerine kadar onlarca fotoğraf karesi kalır. Bir de Türk askerini en iyi anlatan Mehmetçik kelimesi.. Çünkü Harbiye Nezareti ne gönderdiği mektuplarda askerlerinden söz ederken Mehmetçiklerim diye yazar.
Medine de askerlerimizin bayramlaşması.
Sonrasında gelen Mısır daki Nil Kışlası ve Malta daki sürgün günlerinde yine fotoğraf makinesi yanındadır. Bu sefer emir eri ile birlikte yetiştirdiği çiçeklerin topraklarını değiştirmektedir. Sürgün hayatı bitip Sakarya Savaşı nın devam ettiği günlerde Batı Cephesi karargahında Mustafa Kemal Paşa ile buluşur. Bir nefer olarak savaşmak istediğini söyler. Mustafa Kemal Paşa nın Kabil Sefirliği görevini kabul edip Orta Asya yollarına düştüğünde de makinesiyledir. Bazen kameranın önündedir, bazen arkasında. Hiç fark etmez. Tıpkı vefatından beş yıl önce 1943 Adapazarı depreminde olduğu gibi.

Fahreddin Paşa nın torunları Zeki Türkkan , Ömer Fahreddin Türkkan, Ahmet Türkkan ile araştırmacı Ömer Faruk Şerifoğlu (sağda), Zaman da açılan fotoğraf sergisinde.
O örnek hayatıyla destanlar yazmakla kalmamış, bu destanın fotoğrafını da çekmiştir. Bize ise Fahreddin Paşa nın hatıralarıyla o kadim coğrafyada, özellikle de Medine-i Münevvere de siyah beyaz yolculuklara çıkmak kalıyor.

Mehmetçik, Babüsselâm dan Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna giriyor.






[archiveorg MedineMudafaasOmerFahreddinPasaturkkan width=640 height=480 frameborder=0 webkitallowfullscreen=true mozallowfullscreen=true]

Biz Türkler hem Müslümanlığa, hem de Müslümanlığın kutsal sayılan topraklarına gönül vermiş, can ve kan pahasına korumuş asil bir milletiz. Biz, bir avuç askerle Medine’yi korurken, Peygamber sülalesinden geldiği söylenen Mekke Şerifi Hüseyin dahi bizi sırtımızdan vurmuştur, ama hala sesimiz çıkmaz bizim. Bizim Araplardan, bu Peygamber sülalesinden geldiklerini söyleyenlerden korkumuz yoktur, ama biz şundan korkarız; Yüce Peygamberimizin, bu Arapların yapmış olduğu ihanetleri duyduğu zaman incinmesinden korkarız, bu nedenle sesimiz çıkmaz bizim. 

Bu Mekke Şerifi Hüseyin’in ihanetlerine yakından tanık olanlardan bir önemli şahsiyet de Falih Fıfkı Atay’dır. Bakınız önce İstanbul için ne diyor, bu sözü alıp günümüze taşıyınız;
Osmanlı’dan çocuklarımızın öğreneceği çok şey var; nerede yanlış yaptık ve neden kaybettik, bunu bilmeleri gerek. Bu amaçla da önce Falih Rıfkı’dan, Çankaya’dan, Zeytindağı’ndan başlamaları gerek;
“… Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut denizine ve Gerek dağlarına bakıyorum. Daha ötede, Kızıl denizin sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var, Suriye var, bir yandan Suveyş kanalına, öbür yandan Basra körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum. Çıplak İsa, Nasıra’da marangoz çırağı idi. Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen tek şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz… Halep’in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlı imparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi. Suriye, Filistin ve Hicaz’da, “Türk müsünüz” sorusunun birçok defalar cevabı “estağfurullah” idi…”

Bir zamanlar hizmetinde bulunmaktan şeref duyduğumuz sevgili belde Medine’nin son müdafii , kahraman asker !
O Sevgili’nin muazzez sözünü sen de bilirsin ki “ Kişi sevdiğiyle beraberdir “
Senin vücudun Rumeli Hisar’ında olsa da inanıyorm ki ruhun o yüce Peygamber’le beraberdir.
Sen hâlâ o kutsal topraklarda ve Mescid_i Nebevî’nin kapısında mânen nöbet tutan kahraman Türk askerisin .
Ne mutlu senin gibi askerlere ,
Ne mutlu o güzel Peygamber’e ümmet olanlara !
Mekânın Cennet , rûhun şâdolsun …
Ahmet Müfit Kutlu - E.Binbaşı
Mukaddes emânetleri İstanbul’a götüren trende görevli olan, ihtiyât mülâzımlarından, Sabih Beyefendi’nin Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine hitâben yazıp, Fahreddin Paşaya arz ve ithâf ettiği şiirdir.
Dünya–âhiret Efendimizsin
Bir Ulû’l-emr idin emrine girdik
Ezelden bey’atli hakanımızsın
Az idik sayende murada erdik
Dünya ve ahiret sultanımızsın
Unuttuk İlhan’ı Kara Oğuz’u
İşledik seni göz bebeğimize
Bağışla ey şefi’ kusurumuzu
Bin küsür senelik emeğimize
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur
Şımardık müjde-i sahabetinle
Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur
Doyarız bir lokma şefaatinle
Nedense kimseler dinlemez eyvâh
O kadar sâf olan dileğimizi
Bir ümmîdi sende yâ Rasûlallah
Ancak sen okursun yüreğimizi
Ne kanlar akıttık hep senin için
O yüce kitabın hakkı içün azîz
Gücümüz erişsin ve erişmesin
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz
Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz
Can verir canânı veremez Türkler
Ebedî hâdimü’l-Harameyniniz
Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler.

Derdimendim yâ Rasûlallah, devâ ol derdime,
Destgir ol, yâ Habiballah, bu asî mücrime!..
Sen şefâat kânı varken, yalvarayım ben kime?..
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..
Bûy-i vaslındır, muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemâlinden eserdir, bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemâlindir Habîbim, mesteden bülbülleri,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım
Cânını cânâne kurban eyliyor pervâneler,
Bezm-i vaslın neş’esinden, gaşyolur mestâneler,
Aşıkın gözyaşlarından, doldu hep peymâneler,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..
Ermek istersen, O şâh’ın himmet-ü imdâdına,
Cânü dilden âşık ol sen; “İsm-i zât” evrâdına,
Ses verir (Ulvî); melekler âteşin feryâdına,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım 
Ali Ulvi Kurucu Kaddesellahû Sırrahû’l Azîz Hazretleri

Ali Ulvî Hazretleri’nin sesinden terennümleri;

Kasidehan: Hâfız Ahmet ÇALIŞIR’ın sesinden




“Ezelde kaynaşan ervâha ayrılık var mı?
Cihan yıkılsa bu vahdet yerinden oynar mı?
Olunca minberimiz, Arş'ımız, Hudâ'mız bir;
Benim de beklediğim nûr onun da gâyesidir
O nûru gönder. İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabah ister.”
(Ersoy 1977:357).

Benzer Yazılar