| |
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Hubbul etrâk minel imân”
“Türkleri Sevmek İmandandır”
Cübbeli Ahmet Hoca
Günümüzde pek
çoğumuzun hatırlamadığı bu unutulmaz Paşa’nın asıl adı Ömer Fahreddin
Türkkan’dır.
Babası, Nizam-ı
Cedid Ordusunda, Topçubaşı Ömer Ağa’nın oğlu, Tuna Vilayeti Posta ve Telgraf
Baş Müdürü Mehmed Nahid Bey’dir.
İstanbul-Cihangir’de
doğmuş ve 1897’de Yemen’e sürülmüştür (1833-1914). Annesi, Mohaç Meydan
Muharebesi’nin kazanılmasını sağlayan Akıncı Bali Bey (Balioğulları) soyundan
Rusçuk’lu Fatma Adile Hanım’dır. (öl. 1887)
Fahreddin Paşa
öğrenimine Ruscuk’ta başlamış İstanbul’da devam etmiştir.
İstanbul’da Harp
Okulu’ndan 1888 de birincilikle Süvari Teğmeni ve Kurmay Okulundan 1891 de çok
iyi derece ile çıkarak Kurmay Yüzbaşı olmuştur. Genelkurmay’da, Erzincan’da 4.
Ordu’da ve Türk-Rus sınırı Tahdit Komisyonu’nda 1903’te üye ve 1906’da Yarbay
rütbesiyle başkan olarak vazife görmüştür. Bu göreve devam ederken 1904’de
piyade taburumuza baskınlar yapan Ermeni çetelerini bir süvari bölüğü ile Rus
topraklarından geçerek çevirmiş ve etkisiz hale getirmiştir.
1908’de 4. Ordu
Kurmay Başkan Vekilliği’ne atanmış, 1909’da 31 Mart ve 13 Nisan askeri
ayaklanması ve Ayvalık’ta Rum ayaklanmasını incelemekle görevli Örfi İdare
Mahkemeleri Başkanlıklarına, daha sonra da İstanbul’da 1. Nizamiye Tümeni
Kurmay Başkanlığı’nda görevlendirilmiştir.
1910 yılında
Kurmay Albay olarak Tekirdağ 2. Kolordu Kurmay Başkanı olmuş, 1911-1912 de
Türk-İtalyan Savaşına katılmıştır. 1912-1913 Balkan Savaşı’nda Enver Paşa’nın
Kurmay Başkanlığını yaptığı Hurşit Paşa Kolordusu’nun 31. Tümen Kumandanı iken
Çatalca mevziinde sol kanat köprübaşı taarruzunu yapmıştır. Bulgar ordusunun
geri çekilişiyle de Ordu Kumandanlığını Enver Paşa’nın yaptığı bu harekâtta, tümeniyle
Edirne’yi geri almıştır.
11 Kasım 1914 de
Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı İmparatorluğu’nun Suriye Cephesinde
kumandanı olarak bulunduğu 12. Kolordu’yu Musul’dan Halep’e getirmiş, 12 Kasım
1914’de Paşalığa terfi ettirilmiş, 1915’de Başkumandanlıkça Suriye’de bulunan
4. Ordunun Kumandan Vekilliğine atanmıştır. Kanal’a ve Mısır’a taarruza
hazırlanan 4. Ordu’nun bulunduğu bu sahalarda İngiliz, Fransız ve Rusların
evvelden ilişki kurdukları Ermeniler ve (Osmanlı Devletine bağlı olanların
dışındaki) Araplar isyan için hazırlanmıştı. Çeşitli bölgelerde başlayan
ayaklanmalar Fahreddin Paşa tarafından bastırılmıştır.
Bu arada Sultan
Abdülhamid Han devrinde tam 17 yıl İstanbul’da göz önünde bulundurularak, eşi
ve oğulları ile birlikte misafir edilen Mekke Emiri Şerif Hüseyin 1908 yılının
sonlarında serbest bırakılarak Hicaz’a dönmüştü. Ve ciddi bir tehlike kaynağı
olmuştu. Bu gerçeği gören
Enver ve Talat Paşa’lar ve daha sonra Alman Generali Von Falkenhayn, 4. Ordu
Kumandanı Cemal Paşa’yı uyarmaya çalıştılar. Osmanlılara bağlı Şammar aşireti
reisi Emir İbn-el Reşid Türkleri seviyor ve tutuyordu. Şerif Hüseyin’e karşı
çıkacak daha başka Arap aşiretleri de mevcuttu. İngilizler 1915 yılında
Çanakkale Savaşı’na başladıklarında Hicaz’da Şerif Hüseyin tehlikesi mevcut
imkânlarla ve Türk taraftarı Arapların yardımlarıyla ortadan kaldırılabilirdi.
Yemen’de iki tümenli 7. Kolordu ve Asir’deki 21. Tümen seferberlikle beraber
buradan alınıp Suriye bölgesine alındı. 22. Hicaz Tümeni Mısır seferi için 1914
Kasımında geri çekildi ve yerinde zayıf mevcutlu dağınık bir alay bırakıldı1913
Yılında 31 nci Alay Komutanı olarak yaptığı başarılı taarruzla Edirne’nin
Bulgar’lardan alınmasında büyük rol oynadı . Bir yıl sonra mirliva (general)
oldu . Birinci Dünya Harbi başladıktan sonra Hicaz tümeni Suriye’ye çekilince
Hicaz’da zayıf mevcutlu dağınık bir alay kaldı .
Osmanlı’ya ihanet eden Şerif Hüseyin
ayaklanma için uygun bir zemin buldu . Suriye’deki Ordu
Komutanı Cemal Paşa, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in sözüne ve yeminlerine
inanarak Kanal ve Mısır seferlerine katılmak üzere 1500 develi askerin
gönderilmesini istemiş ve 60 bin altın göndermişti. Şerif Hüseyin’in oğlu Şerif
Ali emrindeki gönüllülerle birlikte Mekke’den Medine’ye gelerek orada kalmıştı.
Bu vahim durum üzerine 28 Mayıs 1916’da Fahreddin Paşa’yı acele Medîne’ye
gönderdi.
Medine Muhafızı
Basri Paşa’nın Emir’in isyan etme niyeti olduğuna dair gönderdiği raporların
doğru olduğunu ve Şerif Hüseyin’in oğulları Ali ve Faysal’ın Medine’de
kalışlarının maksatlı olduğunu anladı .
Fahreddin paşa,
Medîne’ye ulaştıktan sonra Şerif Hüseyin ve dört oğlu, 3 Haziran 1916’da Medîne çevresindeki
demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip edip isyanı başlattılar. 5 ve 6 Haziran
gecesi Medîne karakollarına saldıran Şerif Hüseyin’in güçlerini Fahreddin
paşa, geri püskürttü. Âsilerin
başlangıçta sayıları 50 bin kişiydi,
bütün Hicaz bölgesindeki Türk askerinin sayısı ise 15 bin civarındaydı.
Bir-i Ali ve Bir-i Mâşi mevkilerindeki âsileri yenilgiye uğratan Fahreddin
paşa, yeni birlikleri takviye
edilmiş Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi Kumandanlığı’na tayin edildi.
Medîne’de bulunduğu sürece adaletten
ayrılmayan ve yerli halkı küstürmemeye çalışan Fahreddin paşa, özel bir komite kurmuştu. Komitenin müsaadesi
olmadan herhangi bina askeri maksatla yıkılmıyor veya istimlâk edilmiyordu.
Binanın kıymeti takdir edilip mülk sahibine temyiz için sekiz gün süre
veriliyordu. Binanın bedelleri şerriye mahkemesi ve şehir binalar
komisyon’undan alınıyordu. Göçmenlerin
evleri kilitli tutuluyor ve eşyalarına zarar verilmiyordu. Ayrıca halktan ciddi
bir vergi alınmıyordu. Fahreddin paşa,
tarım alanlarına ve Medîne hurmalıkları’na hiç zarar verdirtmedi. el – ayun ve el – avali bölgelerinde ki
tarlalara ve hurmalıklara büyük itina gösterdi,
ayrıca 6 ton buğday ektirdi. Kısacası yöre halkı ile bütünleşmesini
bildi.
Mekke Vâlisi Gâlip Paşa’nın
beceriksizliği yüzünden büyüyen isyân neticesinde âsiler, 16 Haziran 1916’da
Cidde’ye, 7 Temmuz‘da Mekke’ye, 22 Eylül’de Tâif’e girdiler. Fahreddin Paşa’nın
savunduğu Medîne dışındaki bütün şehirler isyancıların eline geçmişti. Mısır – Filistin cephesinde ki kanal harekâtı devam
ediyor, bu sebeple Hicaz bölgesinde ki
isyan için yeni askeri birlikler gönderilemiyordu. Medîne ve çevresinde 100 km’lik bir emniyet
şeridi oluşturan Fahreddin paşa, son
derece kısıtlı imkanlarla 2 yıl 7 ay boyunca İngilizler ve onların yerli
işbirlikçileri olan çöl bedevilerine karşı Medîne’yi savunmaya devam etti.
Fahreddin
Paşa'nın, Şerif Hüseyin'in komutasındaki Arap çapulcularının Arap halkını
yanına çekebilmek, isyanlarına meşruiyet kazandırabilmek için İttihatçı
hükümeti dinsizlikle suçlayan ve Osmanlıyı İngilizlerle birlikte savaşa sokmak
varken karşı safta savaşa sokmasını eleştiren beyannamesine cevap olarak
yayınlattığı beyanname de tarihe altın harflerle yazılacak, örnek bir belge
olma özelliğini taşıyor. Bu iddialara karşı şöyle diyor Fahreddin Paşa:
“..Tarihi ve dinî düşmanlarımız ve bunların müttefikleriyle hayat ve memat
mücadelesine atıldığımız bir zamanda, Asa-yı İslam'ı şakkile beyn-el müslimin
kanı dökülmesine sebep olan asi Hüseyin ile avanesinin bize hala Müslümanlıktan
ve uhuvvet-i islamiyeden bahse cür'etleri şayanı hayrettir.
Alem-i İslamın mevcudiyeti ve bekası için'Cihad-ı Ekber' ilanına mecbur
olmuş olan Halife-i Müslim'in efendimiz etrafında Cezayir, Fas, Trablusgarb,
İran, Hindistan ve Rusya Müslümanlarının da toplanmaya can attıkları şu tarihi
günlerde, İslamın beşiği olan Arz-ı Mukaddesi, Kudüs-ü Şerifi, Makamat-ı
Mübareke'yi İngilizlere çiğneten ve altın ve paraya ibadet eden ‘Ben-i İsrail'
gibi İngiliz lirası, altın ve benzerine tapan bu hainlerden her şey umulur…”
Tarih 30 Ekim
1918. Birçok cephede yiğitçe çarpışan, on binlerce şehit veren, türlü
kahramanlıklar gösteren Osmanlı Ordusu müttefiklerinin yenilmesiyle yenik
sayılmış ve Mondros ateşkes Anlaşması imzalanmak zorunda bırakılmıştır. Anlaşma
maddeleri uyarınca Osmanlı orduları terhis edilmiş, ordular silahlarını düşman
kuvvetlere teslim etmeye başlamışlardır. Fakat Medine'de bulunan Fahreddin Paşa
komutasındaki Osmanlı Kuvvetleri verilen emirlere rağmen Ravza-i Mutahhara'yı
Arap çapulcularına ve düşman kuvvetlere teslim etmeyi reddetmiş ve teslim
olmamışlardır.
Almanya ve Osmanlı ittifakının hemen
bütün cephelerde yenilgisi ile savaş sona erer ve 30 Ekim 1918'de Mondros
Mütarekesi imzalanır. Mütareke şartları gereği Hicaz Kuvve-i Seferiyesi'nin de
teslim olması istenir, ancak Fahreddin Paşa, İngilizler ve İstanbul
Hükümeti'nin ısrarlarına rağmen yenilgiyi kabullenmeye ve teslim olmaya
yanaşmaz. Uzun süre Medine’yi teslim etmeyen Fahreddin Paşa, devlet merkeziyle
bağlantının kopması, erzak ve ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine
Fakat Fahreddin
Paşa'nın peşini bırakmaz ihanet; İki aydan fazla süren görüşmeler sonunda,
Peygamberimizin mezarında namaz kılarken, teslimden başka çıkar yol kalmadığını
savunan bazı subaylar tarafından haince bir tuzağa düşürülmüş, etkisiz hale
getirilerek, [ 7 Ocak 1919] 13 Ocak
1919'da teslim olması sağlanır. Fahreddin paşa silahlarını düşmana teslim
etmeyi şerefsizce bir hareket sayan yüce bir mizaca sahip olduğu için,
tabancasıyla kılıcını Peygamberimizin mezarına emanet etmiştir.
Albay Necip Bey:
“Kader Paşam...
Takdir-i İlâhî... Vatan ve milletinize karşı vazifenizi, kimseye nasip
olmayacak bir feragat ve kahramanlıkla yapmış olduğunuza Allahü Teâla da
şahittir” der. Evet Rabbim
şahittir, tarih şahittir. O görevini layıkıyla yapmış şerefiyle yaşamıştır.
Daha önce şehrin
yağmalanması ihtimaline karşı 100 parçaya yakın kutsal emaneti İstanbul’a
naklederek, belki de Kutsal Emanetleri British Museum’da sergilenmekten
kurtardı ve İslam Tarihi Kültürüne önemli bir katkıda bulundu.
28 Ocak 1919'da tutuklanarak Kahire'de
Kasr-el Nil kışlasına götürülür. Bir süre sonra da harp suçlusu sıfatıyla
Malta'ya götürülür. Bu sırada, işgal altındaki İstanbul'da da Nemrut Mustafa
Paşa Askeri Mahkemesi'nce "padişahın emrine karşı gelerek teslim
olmamakta direndiği için" ölüme mahkûm edilmiştir. Malta'da 2 yıl 33
gün süren sürgün hayatı 30 Nisan 1921'de sona erdikten sonra, Roma, Berlin, Moskova
ve Batum güzergâhından gelerek Sarp (Maradit) sınır kapısından Anadolu'ya
girer.
Sakarya Savaşı'nın devam ettiği o
günlerde Batı Cephesi karargâhında olan Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek, Milli
Mücadele'de görev almak ister. 27 Ekim 1921'de Büyük Millet Meclisi Hükümeti
tarafından, Afganistan Kabil Sefirliği'ne tayin edilir. İstanbul'a
gidemediğinden ailesiyle birlikte bir süre Sivas'ta dinlendikten sonra,
Afganistan'a hareket eder. Afganistan'da bulunduğu sürece çevreyi dolaşarak,
Anadolu'daki Milli Mücadele'yi anlatır, maddi ve manevi destek olunmasını
sağlar.
Bu beklenmedik
durum karşısında önce İngiliz kontrolündeki Mısır’a götürülen Fahreddin Paşa
daha sonra savaş esiri olarak Malta’ya sevk edildi. Buradaki esaret hayatından
30 Nisan 1921’de kurtularak Milli Mücadeleye katılmak üzere Fahreddin Paşa,
Malta’dan bırakılınca, İtalya-Almanya- Rusya yoluyla 2 Ağustos 1921 de Kars
sınırında Anayurduna kavuşmuş ve 24 Eylül 1921 de Ankara’ya gelmiştir. Bu
sıralarda Yunanlıların üstün kuvvetlerle yaptıkları taarruzlar neticesinde
Kütahya ve Eskişehir savaşları 10-25 Temmuz 1921 olmuş ve Türk Ordusu
Sakarya’ya çekilmişti. Kazım Karabekir Paşa’nın hazırladığı Kars’taki 12.
Tümen’le Fahreddin Paşa, Sakarya Savaşı’na katılmak üzere 20 Ağustos 1921 de
Erzurum’dan hareket etmiş ise de, Sakarya Savaşı 23 Ağustos 1921 de başlamıştı.
Bu tümenle ortalama 1200 km lik karayolunu katederek geldiklerinde Sakarya’da
savaş kazanılmış bulunuyordu. Bu tümen 1922 de Büyük taarruz ve Başkumandan
Meydan Muharebesine katılmıştır. Fahreddin Paşa, 1922-1926 yıllarında
Afganistan’da Kabil Büyükelçisi olarak vazife görmüştür. Türk-Afgan
andlaşmasının temelini atmış, Afgan ve Hintli ileri gelenleriyle görüşerek
Türkiye’ye öğrenci gönderilmesiyle ilgili andlaşmalar yapmıştır. Ankara’ya
yardım yapan kurumlarla temaslarda bulunmuştur.
Dostları
tarafından ‘‘Medine kahramanı'' olarak bilinen
Fahreddin Paşa Dünya tarihinde pek az komutana nasip olan bir şeref ile
düşmanları tarafından ise ‘‘Çöl kaplanı'' olarak
adlandırılmış ve daha hayattayken Mustafa Kemal Atatürk tarafından , ‘‘Daha
sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdırmış kumandanımızdır'' denilerek onurlandırılmıştır.
Bu kahraman Türk
paşasına Atatürk tarafından TÜRKKAN soyadını
verilmiştir. Herhalde bu soyisim kimseye O'na yakıştığı kadar yakışmazdı.
1926’da
İstanbul’a dönüp sonra çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 5 Şubat 1936’da
Tümgeneral rütbesiyle TSK’ dan emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948’de bir Ankara
seyahati sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat eden
Fahreddin Paşa İstanbul’da toprağa verildi. Na’şı Rumelihisarı kabristanına defnedilmiştir.
Önceden seçtiği
İstanbul Boğazı’nda Rumeli Hisarı mezarlığındaki Kitabesinde;
‘1914-1918 Birinci Cihan Harbi’nde Medine’nin
Kahraman Müdafii Ömer Fahreddin Paşa, burada yatıyor’ yazılıdır.
Neden anılarınızı yazmıyorsunuz?
diye kendisine
soranlara Paşa’nın verdiği cevap onun nasıl bir irade ve ruhun timsali
olduğunu göstermeye yeter:
“Ben sadece görevimi yaptım. Herkes zamanı geldiğinde vatana
karşı olan borcunu yerine getirir.”
Fahreddin Paşa güçlü fiziki yapılı ve
dinç, orta boylu, geniş omuzlu, açık kumral tenli ve yakışıklıydı. Sesi kalın
ve ahenkliydi. Kırmızı rengi sever ve hemen bütün eşyalarını kırmızı renkli
seçerdi. Gerçek zeki, çalışkan ve yiğit bir kumandandı.
Erzincan’da 4. Ordu Müşiri Zeki
Paşa’nın yeğeni, Süvari Ferik Ahmet Paşa’nın kızı Ayşe Sıdıka Hanımefendiyle
(1884-1959) 1900 yılında evlenmiştir.
Üç oğlu, bir kızı
vardır.
Oğulları Em.
General Mehmet Selim (D. 1908) ve Em. General Mehmet Orhan (D. 1910) ile kızı
Suphiye Türkkan (D. 1906) dan başka Y. Makine Müh. olan küçük oğlu Ayhan
Türkkan (1927-1955) Hava Yedek Subaylığı esnasında şehit düşmüştür. Fahreddin
Paşa’nın askerliği yanında diğer büyük hizmetleri de vardır.
Paşam!
Biz senin yaptıklarına
baktıkça kendimizde daha büyük işler yapma kuvvetini buluyoruz
Ruhun şad mekânın cennet
olsun.
Medine müdafaası
sırasında karşı karşıya geldiği İngiliz ajanı Lawrence tarafından “Çöl Kaplanı”
olarak tanımlanan Fahreddin Paşa’ya, İngiliz yarbayı Bassett “Kaburgalarına
kadar tam bir askerdir.” diyor. Bizim kanaatimizce de vatanperver, dürüst,
cesur ve yüreği Peygamber sevgisiyle dolu bir Osmanlı Paşası’dır. Bu sevgisini
Medine’de kaldığı sürece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrini
sık sık ziyaret ederek gösteren Paşa, adeta bir türbedar gibi çalışmıştır. O,
tevazu sahibi bir komutandır. Nitekim isyancılara karşı düzenlenen askeri bir
harekât esnasında, güçlükle yürüyen çelimsiz bir askeri görünce devesinden
inmiş “Kardeşlerim! Sıkıntıda da bollukta da her şeyi paylaşacağız.”
diyerek o askeri kendi devesine bindirmek suretiyle yolculuğa yaya olarak devam
etmiştir. Medine’de isyanların arttığı bir dönemde Cemal Paşa’nın “İstersen
tecrübeli alman pilotlardan gönderelim.” teklifini geri çevirmiş; bir İslam
beldesi olan Medine’yi savunurken yalnızca Müslüman askerlerle bu işi yapmak
istediğini söyleyerek bu konudaki hassasiyetini ortaya koymuştur. Medine’de
kaldığı sürece şehri savunmanın dışında imar faaliyetleriyle de uğraşan Paşa,
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrine giden yolları genişletmiş,
Osmanlı askerlerinin defnedildiği Medine’deki Cennetü’l Baki mezarlığını
düzenlemiştir. O’nun bu yaklaşımı, kutsal toprakları sahiplendiğinin en açık
göstergesidir.
Medine savunması,
askeriyle tek vücut olmuş bir Osmanlı paşasının vatan ve Peygamber sevgisinin
yansımasıdır. Medine Muhafızı Fahreddin Paşa, Medine’de bulunduğu sırada resmi
yazışmalarda askerleri için “Mehmetçik” tabirini kullanmakta ve onları
Peygamber’in askerleri olarak nitelendirmektedir. İngiliz oyunlarıyla,
bedevilerin isyanlarıyla, açlıkla, susuzlukla, 50 dereceyi aşan kavurucu
sıcakla, başta İspanyol Nezlesi ve askerin dişlerini ve çenesini düşüren
İskorpit olmak üzere türlü hastalıklarla ve ağır çöl koşullarıyla canla başla
mücadele ederek Medine-i Münevvere’yi, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellemin kabrini son ana kadar savunan, teslim çağrılarını geri çeviren
Fahreddin Paşa’nın bu dik duruşunu ancak ve ancak Peygamber sevgisiyle izah
edebiliriz. Zira Fahreddin Paşa Medine’yi “bütün İslam’ın sırtını dayadığı
yer, manevi gücünün desteği” diye tanımlamak suretiyle bu kutsal şehre özel
bir önem vermektedir.
Bilindiği
üzere Osmanlı Devleti, Fransız İhtilalı’nın bir sonucu olarak ortaya çıkan
milliyetçilik isyanları ve emperyalist devletlerin kışkırtmaları neticesinde
19. yüzyılda büyük toprak kayıplarına uğramıştı. 20. yüzyıl
başlarında Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Trablusgarp’ın İtalya
tarafından işgali ile Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığı son bulmuştu. Ardından
gelen Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’nin Batı Trakya topraklarını
kaybetmesine neden olduğu gibi fırsattan istifade eden Arnavutluk da
bağımsızlığını ilan etmişti. Netice itibariyle I. Dünya Savaşı başlarında
Osmanlı Devleti, yüzyıllardır adalet ve hoşgörü ile hâkim olduğu Balkanlardaki
ve Afrika’daki topraklarını yitirmişti. Arap memleketlerinde de durum hiç iç
açıcı değildi. Zira İngiltere bölgedeki petrol kaynaklarını kullanabilmek için
gözünü Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarına çevirmiş, bunun için de her türlü
oyuna başvurmaktaydı.
Birinci Dünya
Savaşı işte böyle bir ortamda başlamıştı. Bu arada İngiliz ajanı olan Lawrence
de bölgede bulunuyor ve “Osmanlı, Müslüman
olmayan Almanya ile ittifak yapıyor, yakında Almanlar Mekke ve Medine’ye de
girecektir.” diyerek Arapları
Osmanlı Devleti aleyhinde kışkırtıyordu. Bu karışık ortamda Peygamber
Efendimizin kabrinin bulunduğu Medine’yi savunmak üzere Fahreddin Paşa 23 Mayıs
1916’da Medine’ye görevlendirildi.
Medîne’yi Suriye’ye bağlıyan demiryolu
hattı, İngiliz casusu Lawrence’in para karşılığı kandırdığı bedeviler
tarafından devamlı tahrip ediliyor, Medîne’ye askeri mühimmat ve erzakın
ulaşması engelleniyordu. Fahreddin paşa,
ilk iş olarak Medîne’de bulunan Hazreti Peygamber’in Mukaddes
Emânetlerini 2000 askerlik bir koruma ile İstanbul’a gönderdi. İsyancılar kısa
zamanda Medîne’yi kuşatma altına aldılar. İstanbul hükümeti kuşatma başlamadan
Fahreddin Paşa’ya şehri tek etme emri gönderdi. Bu emre karşı paşa,
“Ben Türk bayrağını indiremem, eğer indirilecekse buraya başka kumandan
gönderiniz “
dedi. Paşa, “İngilizlere ve araplara teslim olmaktansa
şehri ve kendimi feda ederim. ” diyerek kuşatmaya can başla karşı koydular.
Bu arada devamlı “Ravza-i Mutahhara’ya,
yâni Peygamberimizin kabri saadetine giden Fahreddin paşa, mezara seslenerek şöyle diyordu
”Yâ Rasûallah, senin için savaşanlarla sana karşı çıkanları
gör, Allah’ın yardımını bize ulaştır” diye
yakarıyordu.
İşte tarihe altın
harflerle kazınan, Türk milletinin Hz. Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem)
bağlılığını ortaya koyan, “Can
Verir, Cananı (sallallâhü aleyhi ve sellem) veremez Türkler” diye adına şiirler yazılan, başından sonuna bir destan olan
“MEDİNE MÜDAFAASI” böylece başlıyordu. Fahreddin Paşa ve askerlerinin yazdığı
bu destan Temmuz 1916’dan Ocak 1919’a kadar sürecek, Peygamber Efendimizin
kabrini düşmana bırakmamak için isyancılara karşı mücadele edilecektir.
İsyancıların baskınları, pusuları, Hicaz Demiryolu’nun bombalanması gibi pek
çok olayın yaşandığı bu mücadele esnasında en temel sorun açlık ve susuzluk
olmuştur. Lawrence ve adamları tarafından su kaynaklarının zehirlendiği bir
ortamda Medine’ye gelen tren seferlerindeki aksamalar hem askeri hem de halkı
yiyecek sıkıntısı ile karşı karşıya getirmiş, halkın önemli bir kısmı şehri
terk etmek zorunda kalmıştır. Medine’deki direnişi kırmak isteyen
İngilizlerin I. Dünya Savaşı sonlarında Hicaz Demiryollarını bombalaması
üzerine Medine’nin dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmiş ve sıkıntılar daha
da artmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrini
düşmana bırakmamakta kararlı olan Osmanlı askeri un stokları azalınca hurma
çorbası içmiş, hurma çekirdeklerini öğüterek elde ettikleri undan ekmek
üreterek yemişlerdi…
Büyük komutan
Fahreddin Paşa, bir taraftan Medine’nin geleceğini düşünürken diğer taraftan
gıda sıkıntısına karşı çözüm yolları arıyordu… Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye
yakın istasyonlarının düşman eline geçmesi nedeniyle şehre erzak girişinin
kesilmesi ve isyancıların Medine Kalesi’ni muhasara etmesi üzerine direnişin en
zor günleri başlamıştı. Medine açlıkla boğuşurken çok ilginç bir olay yaşanır.
Şehir çekirgeler
tarafından istila edilmiştir. Herkes durumu
endişe ile karşılarken Fahreddin Paşa, askerlerini toplayarak; Peygamber
Efendimiz döneminde de Hicaz’da çekirge istilasının yaşandığını ve sahabenin
çekirge yediğini söyleyerek durumu bir fırsata dönüştürmek istemiştir.
Askerlerine, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin “İki ölünün ve iki
kanlının yenmesi bize helal oldu.” şeklindeki hadisini hatırlatan; “iki
ölü balık ve çekirge, iki kanlı dalak ve karaciğerdir.” diyen Fahreddin
Paşa, çekirge yemenin sünnet olduğunun altını çizerek askerlerini buna
alıştırmak için şu bildiriyi yayınlamıştı:
“Çekirgenin serçe
kuşundan ne farkı var? Uçar, yeşilliklerle beslenir, temiz ve taze olan
yiyecekleri yer… Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir.
Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar… Hekimlerimiz de
çekirgenin şifa verici ve besleyici olduğundan bahsediyorlar…” diyerek Peygamber Efendimizin kabrini düşmana teslim
etmemek için yaşadıkları bu sıkıntı karşısında Allah’ın kendilerine bir lütufta
bulunduğunu ifade etmiştir.
Çok güç şartlarda Medine"yi
müdafaa eden Fahreddin Paşa, ikmal yolları kesildiğinden emrindeki askerlerin
iaşesini sağlamakta zorlandığında dahice bir buluş yapararak, askerlerin et
ihtiyacını karşılamak ve eksik kalan kalorilerini temin için o sırada Medine’yi
adeta istila etmiş olan çekirgeleri yiyecek olarak kullanmaya karar verir.
Fahreddin Paşa’nın bu açıklamalarıyla askerimiz kavurma niyetine çekirge yemiş,
çekirge unundan ekmek yapmış, çekirge kurusunu da çerez gibi yiyerek bir süre
bu şekilde beslenmiştir.
Bu konudaki 7 Haziran tarihli günlük
emri şöyledir:
["Çekirgenin serçe kuşundan ne
farkı var?
Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi
kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Serçe gibi huysuz, serçe gibi asabî.
Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor. Hicaz, Âsir, Yemen ve
Afrika Arabları"nın başlıca gıdası çekirgedir. Bedevîler sağlamlık ve
zindeliklerini, hafifliklerini yedikleri çekirgelere borçludurlar. Çekirgeyi
develer de büyük bir zevk ile yiyorlar. "Kunfede" de develeri kâmilen
çekirge ile besliyorlar. Müessir ve katî olan şifa hassaları dizlerinin bağı
çözülenlere, zayıflara, bünyevî hastalıklara- büyük tesiri vardır.
Çekirge romatizma için
iksir gibidir. Şifa hassaları
bilhassa yumurtasında toplanmıştır. Biz maatteessüf bunları çukurlara gömerek,
üzerlerine kireç dökerek ziyan ediyoruz.
Çekirgeyi doktorlarımıza tetkik ve
tahlil ettirdim. Bunlar, tetkikat neticesinde çekirgeden yüksek sitayişle
bahsetmekte, şifa ve gıda özelliklerini saymakla bitirememektedirler."
Çekirge bir gıda, hem de devadır. Av
etleri gibi bundan da istifade etmeliyiz. Yediğimiz sebzelerin birçoğundan daha
ziyade faydalı olduğu tecrübe ile tahakkuk etmiştir.
Medine"de müzayede ile bir
okkası, yedi-sekiz kuruşa satılıyor. Sahil kasabalarda pek beğenilen ıstakoz ve
karidesten hiçbir farkı yoktur.
Çekirge, her iklimde yenebilir.
Yenmesi sünnet-i seniyedir. Cenab-ı Peygamber, hadis-i şeriflerinde
"Uhillet lenâ meyyitâni veddemâni" buyurmuşlardır. Mânası: İki ölü ve
iki kanlı bize helâl oldu" demektir. "İki ölü; çekirge ile balık, iki
kanlı ise, karaciğer ve dalaktır". İmam-ı Malik, yenmesine cevaz verilen
çekirgenin başının koparılmasını veyahut ateş üzerinde kavrulmasını şart kılmış
ise de "Hanefi ulemâsının" çekirgenin ölüsünü bile helal saydıkları
ve hiçbir kayda tâbi tutmadıkları "Tenvir-ül Ebsâr" ve onu şerh eden
diğer kitaplarda yazılmıştır.
Hicaz çekirgesi, diğer mıntıkaların
çekirgelerine nazaran daha besili ve tatlıdır. "Şark" ve
"Hail" cihetlerinde Bedevîler çekirgeyi bereket sayarlar.
Çekirge yemeği dört
suretle hazırlanır.
1- Toplanan çekirgeler çiroz gibi
güneşe serilir, iki üç gün kadar kurutulur. Ayakları ve başı koparılır. Daha
sonra beden kısmı bir parça yağ ile kavrulur ve kavurma gibi yenir.
2- Sıcak su ile haşlanır, baş ve
ayakları temizlenir. Hemen pişmek üzere bulunan pirinç ve bulgur pilavına
karıştırılır.
3- Haşlanmış çekirgeler tabağa
konulup, üzerine zeytinyağı ve limon gezdirilir.
4- Çekirgenin kavrulan kısmı, havan
içinde toz haline getirilir ve et tozu konservesi şeklinde kutularda,
dağarcıklarda saklanır. Araplar arası en makbul tarzı budur. Bunlar, savaş
zamanlarında Bedevîlerin biricik gıdasını teşkil eder.
Büyük bir dikkat ve ihtimam ile ve
kendime mahsus titizlikle yaptırdığım tecrübelerde tıbbî hassaları tahakkuk
eden ve yenmesi sünnet olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en
hafif tâbir ile nimet tanımamazlıktır. Dün karargâh sofrasında Çekirge tavası
vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden daha
iyi buldum. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor.
Elhasıl dün, çekirgeleri bahçelerden kovup
yok etme tedbirini düşünürken, bugün çekirge geliyor mu? diye yolları
gözlüyorum. Hangi mıntıkaya çekirge düşerse, tarifim veçhile istifade
edilmesini ve bana da hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica
ederim."]
Yüzyıllardır
İslam’ın bayraktarlığını yapan, İslam düşmanlarına karşı canını ortaya koyan
bir milletin evladı olan Fahreddin Paşa, yaşanan tüm bu sıkıntılara rağmen
askerleriyle birlikte Hz. Peygamber’in kabrinin önünden ayrılmıyor; kendisinin
deyimiyle “son ere, son mermiye ve de son damla kana dek…” mücadeleye devam
edileceğini adeta haykırıyordu.
Bu sıkıntılı
günlerde ortaya konulan direniş, Fahreddin Paşa’nın subaylarından İdris Bey
tarafından şöyle dile getiriliyordu:
Yapamaz Ertuğrul
evladı sensiz,
Can verir, Canan’ı (sallallâhü aleyhi ve sellem) veremez Türkler.
Ebedi hâdimu’l haremeyniniz,
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Can verir, Canan’ı (sallallâhü aleyhi ve sellem) veremez Türkler.
Ebedi hâdimu’l haremeyniniz,
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Peygamber
Efendimize bağlılığın bir göstergesi olan bu şiir İdris Bey tarafından yazılmış
olmakla beraber Medine’yi savunan Müslüman Türk askerinin ruhundan
fışkırıyordu. İdris Bey askerimizdeki Peygamber sevgisini ortaya koymuştu bu
dizelerinde.
["Türk, Arap, Kürd,
Çerkes, Arnavud, ey Ümmet-i Muhammed!
Şurada yatan Harem-i
Şerif sahibi Hz. Peygamber’in huzurunda sizlere beyanatta bulunmak üzere
Minber-i Mukaddes’ e çıkmak şerefine mazhar olduğum için pek bahtiyarım...
Bu şerefe nail
olduğumdan dolayı Cenâb-ı Hakk’a ve Habib-i Ekremi’ne hamd-ü senalar ederim.
Almanlarla birlikte
giriştiğimiz şu harbde Rusya parçalandı ve bunun neticesinde otuz kırk seneden
beri esir olan üç sancağımız: Kars, Ardahan ve Batum’u kurtarmaya muvaffak
olduk. Ordularımızı bu muvaffakıyetlere mazhar kılan Allah’a ve Resulüne hamdü
senalar olsun.
Halife orduları en büyük
düşmanlarıyla boğaz boğaza çarpıştığı bir sırada Şerif Hüseyin’in isyan ve
düşmanlarla ittifak etmesi Halep, Kudüs, Beyrut, Basra, Bağdat gibi birçok
güzel şehirlerimizin düşman eline geçmesini sağladı.
Mısır’daki İngiliz
generali Ragnel Doncet, güya şahsi menfaatimi düşünürcesine hayatım hakkında
teminatlar vererek gönderdiği beyanname ile beni kandırmaya çalıştı.
Ben bu tacizcilere, bu
işgalcilere şu cevabı verdim: "Muhammedîyim, Türküm ve askerim.
Tefâhürü/ övünmeyi sevmem!”
Kardeşlerim!
Sizin bana ve benim size
itimadım oldukça, sabır ve sebat edip düşmana boyun eğmeyeceğiz!
Almanlar bize: "Siz
Medine’yi müdafaa edemezsiniz, tahliye ediniz!" diye birkaç defa teklifte bulundular. Ben bu
teklifleri reddettim ve bugüne kadar Hz. Peygamber"in mübarek kabrini siz
kahramanlarla müdafaa ettim.
Gerçi pek çok ümitsiz
günler geçirdik. Fakat Cenab-ı Hakk’ın yardımı, Resûlünün şefaat ve ruhaniyeti
sâyesinde düşmanımıza boyun eğmedik ve bundan sonrada inşallah eğmeyeceğiz!
Çalışmanız, gayretiniz
makbul olsun! Çektiğimiz zahmet ve meşakkâtlerin mükâfatını göreceğiz.
Bununla beraber müşkülat
sona ermemiştir.
Vazifemiz pek mühimdir.
Sabır ve sebat edip
düşmanlarımızı itaate mecbur edeceğiz, hatta bu uğurda icap ederse hep beraber
öleceğiz.
İşte size lâzım olacak
kadar vaziyeti izah ettim.
Sizden ve benden sabr-ü
sebat ve devam-ı mukavemet, Cenab-ı Hakk’tan hidâyet, Peygamberden şefaat!...”]
Fahreddin Paşa ve
askerleri böyle bir ruh hali içerisinde iken Osmanlı Devleti İtilaf
devletleriyle 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamış ve I.
Dünya Savaşı’nda yenilgiyi kabul etmişti. Bu antlaşma uyarınca Fahreddin
Paşa’nın en yakın İtilaf Kuvvetleri komutanlarından birine teslim olarak
Medine’den çekilmesi gerekiyordu. Ancak Paşa, teslim teklifleri karşısında
Mehmetçiğin Medine’yi savunmakta kararlı olduğunu bir Cuma günü Harem-i
Şerif’in minberinden şu sözlerle bir kez daha ortaya koymuştu:
“… Ey Nas! Malumunuz
olsun ki kahraman askerlerim bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi
gücünün desteği, Hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla
kanına ve son nefesine dek muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslüman’ca,
askerce azmetmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı
Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe,
Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet
minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teâlâ bizimle
beraberdir. Şefaatçiniz O’nun Resulü Peygamber Efendimizdir…”
Şam işgal
edilmişti.
Osmanlı
İmparatorluğu Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve bütün Arabistan’ı fiilen
kaybetmişti. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması aynı gün Sadrazam
Ahmet İzzet Paşa imzalı acele bir telgrafla Osmanlı ordularına şöyle duyuruldu:
“Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda
akıllara sığmayacak fedakârlıklar gösterildikten sonra içinde bulunduğumuz
devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması Osmanlı
Devletimizi, İtilaf Devletleriyle antlaşma yapmaya zorladı…”
Antlaşmanın bir
maddesinde Hicaz ve Yemen’de bulunan Osmanlı kıtaları ve garnizonlarının en
yakın İtilaf Devletleri kumandanına teslim olması şartı vardı. Mütareke haberi
Medine’ye ulaştığında, Fahreddin Paşa askerlerini ve Medine’nin ileri
gelenlerini Haremi Şerif’te toplayarak. Onlara, Mescid-i Nebevî’nin Ravza-i
Mutahhara’nın tam karşısındaki minberinden şöyle seslendi:
["Ey İnsanlar!
Malûmunuz olsun ki, kahraman askerlerim, bütün İslâm’ın sırtını dayadığı yer, manevi
gücünün desteği, Hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla
kanına, son nefesine dek muhafaza ve müdafaaya memurdur.
Buna müslümanca, askerce azmetmiştir.
Bu asker Medine’nin
enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın
yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe Medine-i
Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil
kubbesinden al sancağı alınamayacaktır!
Allah-ü Teâlâ bizimle
beraberdir.
Şefaatçimiz O’nun Resulü
Peygamber efendimizdir.
Ey bütün tarihi eşsiz
kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit subayları!
Ey her cenkte cihanı tir
tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla
ödemiş yiğit Mehmetçiklerim!
Kardeşlerim! Evlatlarım!
Gelin hep beraber Allah’ın
ve işte huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberinin
karşısında hep beraber aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki: Ya Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem biz seni bırakmayız!"]
Savaş uzadıkça
asker içinde bozguncular türer. Bu haysiyetsizler, Fahreddin Paşa’yı etkisiz
hâle getirmek, direnişi kırmak ve Medine’yi teslim etmek için bir beyanname
neşrederler. Bu alçakça beyannamenin son
satırları şöyledir:
["Burada maksatsız,
ölmekte ne hikmet var?
Kur’an’ımız;
Peygamberimiz, beyhude yere ölmeyi men etmemiş mi?
Uyanalım! Süratle karar
lâzım; zaman geçtikçe hayatımızın kıymeti büyür. Uyanalım arkadaşlar!..."]
Fahreddin Paşa
ise “düşmana hemen tesim olalım” diyen bu şerefsizlere karşı bir başka beyannâme ile şöyle cevap
verir:
["Kan dökmek
memnûdur/yasaktır" diyorsunuz. Öyle mi?
Ey yeminleri ile
birlikte şeref ve namuslarını ve silâh arkadaşlarının bunca mukaddes cenazesini
çiğneyen alçaklar!
Gidiniz, baldırı çıplak
işbirlikçi/âsilere yüzsuyu dökünüz/yalvarınız.
Sizi Cehenneme kadar
götürecek olan bu yolda, yolunuz açık olsun!"]
Fahreddin Paşa,
Hükümet’in ve Harbiye Nezareti’nin “direnişe son verme ve teslim olma”
yönündeki emirlerini dinlemiyor, bu konuda üstün bir kararlılık örneği
sergiliyordu: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz
yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla
dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve
hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilafet ve Padişahın bir iradesi olmalıdır.” diyerek direnişe
devam ediyordu.
Bu arada başta
İngilizler olmak üzere İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bahane
ederek Osmanlı topraklarını işgal etmişlerdi. İstanbul da İngiliz işgali altına
girmişti. Zor durumda kalan Osmanlı Padişahı, İngiliz baskısıyla, Medine’nin
Osmanlı askeri tarafından boşaltılmasını öngören bir irade yayınlayarak
Fahreddin Paşa’ya göndermiştir. Ancak Medine’yi bırakmamakta kararlı olan Paşa,
“Halife/Padişahın
baskı altında kaldığı için böyle bir irade yayınladığını söyleyerek” bu emri de yerine getirmemiştir.
Gelinen noktada
mesele içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Zira Medine’nin Osmanlı Devleti ile
kara ve demiryolu ulaşımı kesilmiş, askerin cephanesi ve erzakı tükenmişti.
Bununla beraber Osmanlı toprakları da İtilaf Devletleri’nce işgal edilmişti. Bu
nazik durum karşısında Fahreddin Paşa’ya, “Eğer Medine
boşaltılmazsa İstanbul’un da İtilaf Devletleri tarafından işgal edileceği” söylenerek Paşa güçlükle ikna edilmiş, Medine’nin teslimini
öngören antlaşma gönülsüzce imza edilmişti. Yani devletin elde kalan
menfaatleri göz önünde bulundurularak Medine’deki direnişe son verilmişti. Ancak
Fahreddin Paşa’nın Medine’den ayrılış sahnesi de üzerinde durulması gereken bir
konudur:
İslam toplumu
için son derece büyük bir öneme haiz olan Medine’yi İngilizlere bırakmamak için
her türlü sıkıntıya katlanan, hastalıktan pek çok askerini kaybeden Fahreddin
Paşa, gözyaşları içinde son kez Peygamberimizin kabrini ziyaret ederek dua
etmiştir. Kılıcını İngilizlere teslim etmeyip Peygamber Efendimizin kabrinin
başına bırakmış ve oradan ayrılmamıştır. Bayrağımı
burçlardan indirtmem, Efendimizi bırakmam, diye haykıran ve
İngilizlere teslim olmayan Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, sonunda, kendi
subaylarının ani bir baskınıyla Hz. Peygamber’in kabrinden cebren
çıkarılabilmiştir.
Başta, kutsal
toprakları sonuna kadar savunan Fahreddin Paşa olmak üzere asırlarca Din-i
İslam’ın bayraktarlığını yapan tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyoruz.
Onlar Çanakkale ve Kut’ül Ammare’den sonra unutulmaz bir destan daha yazmışlar,
son kalenin nasıl savunulacağını göstermişlerdir Medine’de… Mekânları cennet
olsun…
Gençliğimizin ve
gelecek nesillerimizin Fahreddin Paşa ve diğer kahramanlarımızı daha yakından
tanıması ve onlara layık bir hayat yaşaması temennisiyle…
Raylar, bombalarla atıldı, bir suikastin tamiri günlerce sürdü,
lokomotifler oduna muhtaçtı. Eğer trenler muntazam işlerse, yalnız Suriye’nin bütün ağaçlarını
değil, şehirlerin bütün ahşap
evlerini, eşyasınıda yakmak lazım
gelecekti, trenler gittikçe yavaş yürüdü. Üç gün üç gece, süren yol, bazen bir ay devam etti!
Birgün karargahımızdan gelen genç
zabitlerden birine “Fahri paşa ne yapıyor?” dedim.
“Hiç. .
birkaç siper. . bir avuç
asker. etrafta Faysal’ın hecin
suvarları. . aşiretler, kabileler, Fransız ve İngiliz zabitleri
var. Su içen, yemek yiyen,
bütün faydasız ahaliyi Şam’a gönderdik. ” dedi. Devamla;
“Siperlerin kısım kısım
haftada bir izinleri vardır. Fahri paşa bunları evvela Medîne’nin küçük
bahçesine götürür ve karagöz seyrettirir. Askerlerin karagöz sevgisini iyi
bilen Fahri paşa, orduya vereceği tüm
emirleri, karagöz konuşmaları vasıtasıyla verdirir.
Eğer bazı sözleri
varsa, karagöz vasıtasıyla askerlerine
bildirir. Zira anlaşılıyor ki, bu
köylüler karagöz’ün sözüne,
gazetelerden, beyannamelerden,
nutuklardan ziyade inanıyorlar. Eğlence bittikten sonra
paşa, askerlerini alıp, Peygamber mezarına götürür, sonra hepsini birer birer alınlarından öperek
siperlerine yerleştirir. . ”
“Bir gün, zabitlerinden biri bir torba getirdi. O nedir
dedim, efendim, siz çekirge tavası
yemediniz mi? hayır? çok lezzetlidir. Aç kahramanlarınız muhakkak üç dört günde
Afrika’nın bütün çekirgelerini bitirmişlerdir. Siz, en bahtsız günlerde, Sultan Selim’in astığı bayrağı, bana elimle indirtmeyiz, dediniz.
Medîne için kaç asker feda edersiniz?
Bir mi, bin mi, üç bin mi, bana ne bırakırsanız bırakınız, Peygamber mezarının kubbesi başıma
yıkılmadıkça, mezara, hiçbir yabancıyı sokmam, dediniz. . ”
Çekirgenin serçe
kuşundan ne farkı var ?
Yalnız tüyü yok. o da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitkilerle
besleniyor, temiz ve taze şeyler yiyor.
Hem de tiryaki ve keyif sahibi, tütün ve
limondan zevk alıyor. Ayrıca Hicaz,
Asir, Yemen ve Afrika bedevilerinin başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler
sağlamlıklarını ve zindeliklerini yedikleri çekirgeye borçludurlar. Çekirgeyi
develerde büyük zevkle yiyorlar.
Dizlerinin bağı
çözülenlere, basurlulara ve romatizmalılara şifadır.
4. ordu komutanlığı erkan-ı harp
reisliği Ali Fuad ERDEM paşa’nın anılarından aktarılanlar ise şöyle;
Tabiat düşmandı, güneş düşmandı. Asıl düşman sinsi dinamit ve
taşların arasına saklanmış dinamitçilerdi. Karakollarımız yoksulluk içinde
idiler.
Demiryolu üzerinde su noktaları çok
azdı. Karakollara lazım olan su, özel su
vagonları vasıtasıyla haftada bir dağıtılırdı ve depolar içinde saklanırdı.
Tâze sebze ve tâze yemiş nadirdi…
Yakıcı güneş altında, bazen sabahtan akşama kadar devam eden
çarpışmalarda bu genç subayların dudakları parçalanır, burunları çatlar…
Medîne demiryolu binlerce Türk
askerinin şehit olduğu ve gömüldüğü yerlerin uzayıp gidişini gösteren bir güzergah
oldu. Hicaz hattı şehitlerinin mezarı yoktur. Bu esnâda düşman da boş
durmuyordu.
Mekke emiri Şerif Hüseyin ‘Kıble’
adlı bir gazete çıkarttı, yığın yığın
dergileri, Hindistan’a, Mısır’a, Sûdan’a
islam memleketlerine gönderip, Türk askerlerine karşı her cephede savaşa
çağırdı.
Şerif’in askerleri, Medîne’nin kırk
kilometre batısındaki “Bîr-i derviş” bölgesinde vukû bulan savaşta, 15, 20
km. daha gerilemeğe mecbur oldu. Sonra
bölgede tutunmak istemiş, bir cephe
açmak istemişlerse de Fahreddin paşa ve emrindeki bir avuç Türk evladının
kararlılığı karşısında başarılı olamamışlardır.
Fahreddin paşa, demiryolunda nöbet tutan askerlerin her gün
üçer beşer güneş çarpmasından öldüğünü görür. Önce nöbet saatini yarım saate
kadar indirir. Sonra, her nöbetçi askerin yanına bir (saka) su
taşıyıcısı koyar. Yâni nöbete iki kişi çıkılır,
biri saka, diğeri nöbetçi
asker, sonra, nöbetçi askerlerin üstünden ağırlık yapan
fişek sayılarını da indirir.
Fahreddin paşa, Medine ve çevresine
mevsiminde sık sık yağan çekirgeden zarar yerine faydalanmanın yolunu
buldu. o zamana kadar her yağışında
mahsülü kemirip yok eden çekirgeleri daha mahsüle dokunmadan toplatıp, başta kendisi olmak üzere askerine yedirmeğe
koyuldu. çekirgenin tavasını, kavurmasını, salatasını, karargah tabldotuna koyduran paşa, kıtalara yaptığı emirlerde herkese bu pek
lezzetli yemekleri tavsiye eder ve “elinizde fazla kalır da bana hediye
gönderirseniz, memnun olurum” diye
askerlerin mümkün olduğu kadar çok çekirge toplamasını teşvik ederdi. Aynı zamanda, İngiliz altınlarının adeta oluk
gibi aktığını gören ve hele bu alabildiğine yayılıp giden kupkuru çöllerin
belli başlı yiyeceği olan pirinç ve unun da ancak İngilizler’in hâkim oldukları
deniz yollarından bol bol gelebileceğini,
gelmekte olduğunu gören bedeviler,
başlarında şeyhleri, reisleri
olduğu halde, bizden yüz çevirip, kafile kafile şerif kuvvetlerine katılmak
suretiyle, sayıca kuvvetleniyorlardı.
Ağız yaralarından diş etleri çürüyor
ve dişler dökülüyor. Yemekler layıkı ile
öğütülemiyor. Mide ve bağırsak hastalıkları,
hazımsızlar, ishaller baş gösteriyor. Vücut zayıf düşüyor. Bu sebeple
aşağıdaki gibi emrederim: “Her hafta bütün erlerin ağızları doktorlar
tarafından muayene edilecek. Ağız yaralarının tesirleri erlere akılları ereceği
gibi anlatılacak. . Ağızları kirli ve yaralı askerlere günde iki üç defa koku
giderici ilaçlar ile sulandırılmış
tendürdiyot gibi karışımlarla gargaralar yaptırılacak.
Kış,
sıtma mevsimi de yaklaşıyor, onun
için gelecek ayın onbeşinden itibaren bütün erlere haftada iki defa ve birer
gram hesap edilmek üzere kinin içirilecek. Kinin içirilir içirilmez bir laf
söyletmelidir ki, kinini yutması temin
edilsin.
Aaskerlerin ellerinde, yüzlerinde bacaklarında sebepsiz birçok
çıbanlara tesadüf ediliyor. Erlerin her bölgede hiç olmazsa haftada bir
yıkanmaları temin için sabun yoksa,
mutfak külünden faydalanmalı.
Fahreddin paşa, develere yedirilmek üzere, kırk bin kilo hurma çekirdeğini pazardan
satın alır ve mukabilinde avuçlar dolusu para öder. Zira hurma çekirdeği
develer için yem olarak kullanılmaktadır ve çok önemlidir.
Bizim yere attığımız her hurma
çekirdeği hecin veya develerimizi bir adım daha yürütebilir. Bu surette
kıymetini bileceğimiz her hurma çekirdeği, iktisadi muharebede bize zaferi
kazandıracak bir mermidir.
Develer hurma çekirdeklerinden pek
hoşlanıyorlar, seve seve yiyorlar.
Bu sebeple bütün zabit arkadaşlarımdan
rica ederim, yediğimiz hurmaların
çekirdekleri için birer kutu veya sepet bulunduralım. Neferlerimiz yedikleri
hurmaların çekirdeklerini veya şurada burada gördüklerini ceplerinde veya bir
torba içerisinde toplayarak zabitlere teslim etsinler. Ben de asker evlatlarıma
buna mukabil, bir okka hurma çekirdeği
için yirmi paralık bir tütün paketi veya iki okka hurma çekirdeği için bir
kuruşluk tütün paketi verilmesini emrettim.
Hurma ve hurma çekirdeği, birincisi askerin, ikincisi,
devenin belli başlı besin maddesi. Fahreddin paşa, ekmek bulunmadığı zamanlarda bile yeteri
kadar hurma bulmuş, açlıktan ölümün
önüne geçmişti. Gerçi dört beş tanesi
yendiği zaman baygınlık verecek kadar tatlı olan hurmadan bıkkınlık gelir.
Fahreddin paşa bizzat kendisi örnek
olarak, et gibi çeşitli yemeklerini
yaptırır. Hurmanın haşlaması,
fıstıklısı, kızartmasını, hatta salatasını.
Fahreddin paşa’nın günlüklerinden aktarıma devam
edelim;
Bugünkü harpte hiçbir şey zayi
etmeyerek herşeyden istifade etmek maksadıyla aşağıdaki hususları emrediyorum:
Odun, çalı vesaire yakacaklardan husule
gelen kül zaruret halinde sabun gibi kullanılabilir. Mahrukattan husule gelen
külliyetli toz, yüzde beş nisbetinde
potası hâvi (hâvi: içinde) olduğundan,
kül ile çamaşır yıkamak ve karavana temizlemek usulü tatbik edilecek.
Kıtalarda yeteri kadar odun külü bulunmadığı takdirde en yakın şehirlerden kül
tedarik edilecek.
Kesilen hayvanlarla ölenlerin
kemiklerinden yağlı maddeler, tutkal ve
kemik tozu istihsal edileceğine göre,
husule gelen kemikler toplanarak ordu menziline sevkedilecek. kemiklerin yağlı maddeleri, tutkal istihsal edildikten sonra, yüzde yirmi nisbetinde fosfor havi olan bu
kemikler toz haline getirilerek ziraatte kullanılacak.
İşte bu şartlar altında Peygamber
Efendimizin şehri Medine’yi müdafa eden Fahreddin paşa ve bir avuç kahraman
neferi bir süre sonra kendilerine tebliğ edilen Osmanlı’nın teslim olduğu ve
ordunun tüm silah ve mühimmatı ile birlikte düşmana teslim olması gerektiği
emri ile yıkılırlar. Emre göre Medine teslim edilecek, paşa ve kahramanları İngilizler tarafından
Mısır’a esir kampına götürülecekti.
İşte bu emire karşılık Fahreddin paşa
kararını verir.
Peygamberinin minberini ve kabrini
düşmana teslim etmeyecek, direnecektir.
Zaman kazanmak için, kendisine bu emri getiren Osmanlı subayına
Medine’nin dini öneme sahip olduğunu bu yüzden padişah emri ve şeyhülislam
fetvasının gerektiğini söyleyerek geri yollar.
Bir süre sonra hem padişah, hem şeyhülislam fetvası içeren ikinci bir
“TESLİM OLUN” emri kendisine tebliğ edilir. Lâkin paşa bu emri de “padişahın
İngiliz baskısı altında verdiği” mesnediyle geri çevirir. Medine düşmana teslim edilmeyecektir.
Bir taraftan İngilizler, diğer taraftan Şerif Hüseyin’in kuvvetleri,
Medine’nin bir an önce teslim olması için her şey yaptılarsa da Fahreddin
paşa, askerlerinin çoğunun hasta
olmasına rağmen, cephane, yiyecek, ilaç
ve giyecek stoklarının tükenmesine rağmen direnmeyi sürdürüyordu. İngilizlerin “Türk Kaplanı “ diye
adlandırdıkları Fahreddin paşa,
askerlerinin direnme gücü tamamen bitince teslim olmak zorunda kaldı.
Teslim şartları gereği Hicaz kuvve-i seferiyyesi kumandanı Fahreddin paşa, 24 saat zarfında Haşimî kuvvetleri
karargâhının özel misafiri olacaktı. Durumu kabullenemeyen Fahreddin paşa, “Ravza-i Mutahhara” yakınındaki bir medreseye
gitti ve burada daha önce hazırlattığı yatağına girip bir yere gitmeyeceğini
söyledi.
Bu arada kendi subayları arasında
görüş ayrılıkları olduğunu görür ve oylama yaptırır, oyalama sonucu ağırlık teslim yönünde görüş
bildirince teslim şartlarını görüşme görevini subaylarına bırakır ve kendisi
Ravza’ya çekilir.
Subaylar teslim günü belirler ve
ingilizler ile anlaşırlar.
O gün geldiğinde Ravza’da kalan, o mübarek mekânın temizliğini bile kendisi
yapan Fahreddin paşa teslim olmayı kabul etmez.
silahını ve kılıcını yatağının altına koyar ve ben burada kalmaya devam
ediyorum der.
Gece olunca subaylar bir oyun
oynayarak paşa’nın silahlarını alırlar. Sabah yeniden gelen Osmanlı subayları
paşayı omuzlarına alarak bir tören varmış gibi göstererek zorla Ravza’dan
çıkartırlar.
Medîne’nin artık teslim edileceğini
anlayan paşa:
“Hiç utanmaz mısınız? Hiç çekinmez misiniz bu şehri teslim etmeye? Ben
gitmiyorum, zorla götürüyorlar. Şâhit
olun Medine sokakları. Yollar sokaklar şahittir. Peygamber Efendimiz Sallallahû
Aleyhi Ve Sellem şâhittir. Ben
gitmiyorum, zorla götürüyorlar”
diye feryâd eder. Medîne ahâlisi ve
kahraman Türk askeri, paşa’nın bu direnişini gözyaşları eşliğinde ve gurur
duyarak seyreder.
Ve Mondros mütarekesinden tam 72 gün
sonra Osmanlı ordusu’nun son neferi de düşmana teslim edilmiş olur.
İşte bu kahraman paşamız İngilizler’e
böyle teslim olur ve önce Mısır’a,
ardından Malta’ya götürülür. Daha
sonra Malta’dan TBMM Hükümeti’nin girişimleri ile kaçırılarak millî mücadeleye
katılır ve vatana hizmet etmeye devam eder.
Lâkin o her ne hizmet yaparsa
yapsın, her daim “Medîne Kahramanı”, “Çöl Kaplanı” gibi lakaplarla ve
kahraman savunmasıyla tanınacak ve anılacaktır.
Hattâ, Şerif Hüseyin ve oğulları
Medîne şehrini teslim almalarına rağmen,
ve Fahreddin paşa esir kampına götürülmesine rağmen ondan korkmaya devam
ederler. Paşa teslim alındıktan sonra Ravza’nın önünde park edili duran
paşa’nın makam otomobiline 2 sene boyunca dokunmaya dahi korkarlar. Yıllar
sonra bile çocuklarını “Seni Fahri paşa’ya veririm” diye korkuturlar.
Fahreddin
paşa’nın, Medîne müdafaası esnâsında durumun gidişâtının menfî olacağını tahmin
ederek, kutsal emanetleri İstanbul’a
gönderdi.
Çoğunlukla Türklerin ve Padişahların
Medine’ye gönderdikleri ve sadece maddi değil, tarih ve sanat bakımından da
eşsiz ve her bakımdan çok değerli eşyayı (Kutsal Emanetler) kendi öz düşünce ve
kararıyla ve bütün sorumluluğunu da üzerine alarak yetkili kurulca kütük
kayıtlarına göre sayımını yaptırarak sandıklara yerleştirtip bir bölük asker
korumasında 14 Mayıs 1917 de İstanbul’a göndermek suretiyle Türk Milletini
hakkı ve malı olan değerli bir hazineye kavuşturmuştur.
‘Malumunuz olsun ki; kahraman
askerlerim, İslamlığın göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla
kanına, son nefesine kadar muhafaza ve müdafaaya memurdur. Buna askerce and
içmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı içinde ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın
yeşil türbesi altında kan ve ateşten örülmüş kızıl bir kefenle gömülmedikçe,
Medine Kalesi’nin burçlarından ve Mescid-i Saadet minarelerinden Türk’ün al
bayrağı alınmayacaktır’
Bu değerli eşyanın başlıcaları
şunlardır:
* Hz. Osman İbni Affan’ın ceylan derisine el yazması Kur’an,
* 5 adet eski el yazması Kur’an ve 4
Eczayı Şerife (Kur’an cüzleri)
* 5 adet Kur’an Kabı (Değerli taşlarla
bezenmiş altın kaplamalı),
* 1 adet Hılye-i Şerif (Gümüş
çerçeveli yeşil kadife üzerine pırlanta ve incilerle Peygamberimizin adı yazılı
ve gümüşten bir güneş resimli),
* 1 adet Som altın üzerine pırlanta
ile Kelime-i Şahadet yazılı levha),
* 7 adet Tesbih (Pırlantalı, incili,
mercanlı ve anber),
* 2 adet Rahle (Gümüş kaplama
işlemeli),
* 1 adet Tuğra (Sultan aziz Han’ın
pırlantalı ve altın),
* 4 adet Sancak Başı ve 3 Kılıç,
* 1 adet Kevkebi Dürri adlı 4 parça
elmas (100, 80, 40 ve 20 karat. Altın üzerine oturtulmuş ve çevresi elmas ve
yakutlarla bezenmiş),
* 14 adet Askı (Pırlanta ve
zümrütlerle bezenmiş altın),
* 11 adet Kandil askısı (Pırlanta,
zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş altın),
* 1 adet Altın Kandil (Değerli
taşlarla bezenmiş)
* 1 adet Altın Kahve Askısı
* 7 adet Şamdan (Değerli taşlarla
bezenmiş altın)
* 1 adet Altın Makas,
* 8 adet Gülabdan ve 12 Behurdan
(Değerli taşlarla bezenmiş),
* 2 adet Çelenk, 10 Yıldız-Çiçek İğne,
1 Yaprak (Pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş altın),
* 1 adet Pırlanta Yüzük,
* Gerdanlık, küpe, bilezikler, kemer
ve kemer kaşı (Değerli taşlarla süslenmiş altın),
* Altın ve gümüş zincirler, değerli
taşlarla bezenmiş altın mücevherat kutu ve çekmeceleri,
* Kütük’te 83 No.da yazılı 84 karat
inci taneleri, 15 parça zümrüt, 27 parça yakut ile 53 parça pırlanta-elmas,
ayrıca 20 ayar 2 kilo 935 gram altın ve 908 kilo 250 gram gümüş.
Kutsal Hazine İstanbul’a gönderilen bu
değerli eşyaların kütük’te o zamanki değerleri de yazılıdır.
14 Altın askı arasında birisi 5
milyon, ikisi birer milyon ve biri üçyüz bin Osmanlı Altını değerindedir.
7 Şamdandan ikisi 155 cm boyunda ve 50
kilo ağırlığında ve herbirinin üzerinde 6280 tane pırlanta vardır ve değeri 70
000 Osmanlı altınıdır.
Kevkebi Dürri adlı büyük elmasın
değeri ise 1 300 000 Osmanlı altınıdır.
Ayrıca bu eşyalar arasında 49 parça
şal ve sırma işlemeli perde vardır. Medine’de bulunan Sultan Mahmut ile Arif
Hikmet Bey ve diğer bazı kütüphanelerde bulunan değerli eserler de bu eşyalara
birlikte gönderilmiştir.
Fahreddin
paşa, babasının yanında görevli olan
Fransız mühendislerinden Fransızca ve matematik dersi almıştır. Ayrıca
Fahreddin Paşa (1868-1948)Medine müdafaasıyla hafızalarımızda destanlaşan
Fahreddin Paşa nın vizöründen çıkan fotoğraflar hâlâ tarihî belge özelliğini
koruyor. O müdafaa ki hayali cihana değer.
Gün gelir
askerleriyle birlikte çekirge kavurması yer, gün gelir susuz günlerde açtığı
kuyudaki suyu zemzem niyetine içer. Ama her zaman başı diktir. Askerin
maneviyatını güçlendirmek için gazete çıkarır; vatan ve sancak üstüne şiir
yarışmaları tertip eder.
Kabil, 1920
ler... Bir gece vakti... Bütün şehri tehdit eden yangında göğe yükselen
alevlerin ışığı iki kadim dostu buluşturur. Bir yanda Birinci Dünya Savaşı
yıllarındaki destansı Medine savunmasıyla adını duyuran, sonrasında Türkiye
Büyük Millet Meclisi hükümetinin Kabil sefiri olan Fahreddin Paşa, diğer yanda
ise Harbiye Nazırı olduğu Başkortostan ın Bolşeviklerce işgal edilmesi üzerine
çareyi Türkistan da arayan Zeki Velidi (Togan) Bey. Göz göze
geldiklerinde ellerinde kovalar yangını söndürmeye çalışmaktadırlar. İlk
şaşkınlığın ardından söze Zeki Velidi Bey girer:
Hayrola Paşam,
burada ne işiniz var?
Cevap tam da
Fahreddin Paşa nın hayatını özetleyen cinstendir:
Unutmayın Zeki
Velidi Bey, nerede bir hadise var, orada Türk hazırdır! .
1917. Fahreddin
Paşa nın görüntülediği Medine ye ulaşabilen son surre alayı.
Gerçekten de Paşa
hayatı boyunca nerede bir hadise varsa oradadır. Fakat en önemli farkı,
fotoğraf makinesi de yanındadır. Mücadeleci kişiliği, cesareti ve kahramanlığı
ile destanlar yazarken bir yanan da çoğu kendi vizöründen kaydettiği cam
negatiflerle imparatorluğun son günlerinin bir panoramasını sunar.
Osmanlı kalesi
Tophane den çekilen fotoğrafta, Mescid-i Nebevi nin dört minaresi ve
Peygamberimizin kabrini örten Kubbe-i Hadra görülüyor.
Fahreddin Paşa
üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan, Paşa nın birçok bilinmeyen yönüyle
birlikte belgesel fotoğrafçı yönünü de ortaya çıkaran araştırmacı Ömer Faruk
Şerifoğlu, O nun fotoğrafla 7 yaşında iken, doğduğu Tuna vilayetinin merkezi
Ruscuk ta tanıştığını söylüyor. Vilayette Posta ve Telgraf Müdürü olarak
çalışan babası Mehmet Nahit Bey in emrindeki Fransız mühendislerden cebir,
geometri ve Fransızca dersleri alırken fotoğraf makinesini gördüğünü
belirtiyor. Fahreddin Paşa, sık sık dersleri kaynatarak bu garip makineyi keşfe
dalıyormuş. Fakat bir fotoğraf makinesine ilk kez Harbiye öğrencisi olduğu
yıllarda, 17 yaşındayken sahip olmuş. Hatta Beyoğlu ndaki Phebus Fotoğrafhanesi
ne gidip Bogos Tarkulyan dan özel dersler almış. Bir daha elinden düşürmediği
sihirli kutusuyla İzmit, Adapazarı, Medine, Kabil, Türkistan, Buhara, Beyrut ve
Malta da, görev yaptığı, seyahat ettiği her yerde enstantaneler yakalamış. Harp
Okulu ndaki arkadaşları arasında fotoğrafı popüler yapmakla kalmamış,
imparatorluğun son dönemlerinin en sancılı bölgelerini makinesiyle kayıt altına
almış. Ailesi nin IRCICA ya bağışladığı 300 kadar cam negatif ve özel
koleksiyonlardaki siyah beyaz baskılar Fahreddin Paşa nın günümüze bıraktığı en
değerli miras.
Medine den Kuba
Mescidi ne doğru yeni açılan yola ray döşeniyor.
Paşa, 1910
yılındaki Türk-İtalyan harbi gibi çatışmalarda bulunduysa da, adını duyurması Balkan
Harbi sonrasında oluyor. Çünkü 1913 Temmuz unun 22 sinde Enver Paşa öncülüğünde
Edirne ye giren ilk askeri birliğe komutanlık ediyor. Sonrasında Musul ve Halep
görevleri geliyor. Arabistan yarımadasındaki hareketlenmeler üzerine yeni görev
yeri Hicaz dır. Mekke Emiri Şerif Hüseyin in oğullarından Ali ve Faysal ın
Osmanlı karakollarını taciz etmesi üzerine Medine de idareye el koyar. 2,5 yıl
sürecek zorlu Medine Müdafaası başlamıştır artık: Yokluk dolu günlerin de
başlangıcıdır bu. Gün gelir askerleriyle birlikte çekirge kavurması yer, gün
gelir susuz günlerin ardından açtığı bir kuyudan bulduğu suyu zemzem niyetine
içer. Ama asla ezilmez ve her zaman başı diktir. Askerin maneviyatını
güçlendirmek için gazete çıkarır, vatan, sancak üstüne şiir yarışmaları tertib
eder.
Medine de düşen
pilot Fazıl Bey in Hilal-i Ahmer uçağı ve yardıma koşanlar.
Niyetlerinden
şüphelendiği İngilizler zarar vermesin diye Mescid-i Nebevi deki Mukaddes
Emanetler i Harem-i Şerif Şeyhi Ziver Bey ve 500 korkusuz askeri eşliğinde
payitahta, İstanbul a gönderir. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan ve bizim
de yenik sayıldığımız Mondros mütarekesinin ardından şehri teslim edin diyen
İngiliz elçilerini ve Arap emirlerini dinlemez. İstanbul dan gönderilen şehri
teslim etmesi yönündeki padişah fermanını ise Bir Osmanlı padişahı kendi
rızasıyla Mekke ve Medine yi teslim edin diye ferman imzalamaz. diyerek
tanımaz. Savaş bittiği halde iki aydan fazla direnir. 29 Ocak 1919 da
tutuklanıncaya kadar her anı kahramanlıklarla dolu Medine günlerinden bugünlere
hediye, kurtarılmasında öncülük ettiği Mukaddes Emanetler ve tarihî eserlerden
güncel hayata, sokaktan bir tayyarenin düşmesine, bayramlaşmalardan uçsuz
bucaksız hurma bahçelerine kadar onlarca fotoğraf karesi kalır. Bir de Türk
askerini en iyi anlatan Mehmetçik kelimesi.. Çünkü Harbiye Nezareti ne
gönderdiği mektuplarda askerlerinden söz ederken Mehmetçiklerim diye yazar.
Medine de
askerlerimizin bayramlaşması.
Sonrasında gelen
Mısır daki Nil Kışlası ve Malta daki sürgün günlerinde yine fotoğraf makinesi
yanındadır. Bu sefer emir eri ile birlikte yetiştirdiği çiçeklerin topraklarını
değiştirmektedir. Sürgün hayatı bitip Sakarya Savaşı nın devam ettiği günlerde
Batı Cephesi karargahında Mustafa Kemal Paşa ile buluşur. Bir nefer olarak
savaşmak istediğini söyler. Mustafa Kemal Paşa nın Kabil Sefirliği görevini
kabul edip Orta Asya yollarına düştüğünde de makinesiyledir. Bazen kameranın
önündedir, bazen arkasında. Hiç fark etmez. Tıpkı vefatından beş yıl önce 1943
Adapazarı depreminde olduğu gibi.
Fahreddin Paşa
nın torunları Zeki Türkkan , Ömer Fahreddin Türkkan, Ahmet Türkkan ile
araştırmacı Ömer Faruk Şerifoğlu (sağda), Zaman da açılan fotoğraf sergisinde.
O örnek hayatıyla
destanlar yazmakla kalmamış, bu destanın fotoğrafını da çekmiştir. Bize ise
Fahreddin Paşa nın hatıralarıyla o kadim coğrafyada, özellikle de Medine-i
Münevvere de siyah beyaz yolculuklara çıkmak kalıyor.
Mehmetçik,
Babüsselâm dan Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna giriyor.
http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?load=detay&link=161177
http://www.zaman.com.tr/pazar_fahreddin-pasanin-medinesi_2116812.html
http://www.zaman.com.tr/pazar_fahreddin-pasanin-medinesi_2116812.html
[archiveorg
MedineMudafaasOmerFahreddinPasaturkkan width=640 height=480 frameborder=0
webkitallowfullscreen=true mozallowfullscreen=true]
Biz Türkler hem
Müslümanlığa, hem de Müslümanlığın kutsal sayılan topraklarına gönül vermiş,
can ve kan pahasına korumuş asil bir milletiz. Biz, bir avuç askerle Medine’yi
korurken, Peygamber sülalesinden geldiği söylenen Mekke Şerifi Hüseyin dahi
bizi sırtımızdan vurmuştur, ama hala sesimiz çıkmaz bizim. Bizim Araplardan, bu
Peygamber sülalesinden geldiklerini söyleyenlerden korkumuz yoktur, ama biz
şundan korkarız; Yüce Peygamberimizin, bu Arapların yapmış olduğu ihanetleri
duyduğu zaman incinmesinden korkarız, bu nedenle sesimiz çıkmaz bizim.
Bu Mekke Şerifi Hüseyin’in ihanetlerine yakından tanık olanlardan bir önemli şahsiyet de Falih Fıfkı Atay’dır. Bakınız önce İstanbul için ne diyor, bu sözü alıp günümüze taşıyınız;
Osmanlı’dan çocuklarımızın öğreneceği
çok şey var; nerede yanlış yaptık ve neden kaybettik, bunu bilmeleri gerek. Bu
amaçla da önce Falih Rıfkı’dan, Çankaya’dan, Zeytindağı’ndan başlamaları gerek;
“… Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut
denizine ve Gerek dağlarına bakıyorum. Daha ötede, Kızıl denizin sol kıyısı,
Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor.
Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var, Suriye var, bir yandan Suveyş
kanalına, öbür yandan Basra körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin
üstünde bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum. Çıplak İsa,
Nasıra’da marangoz çırağı idi. Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında,
kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa
geçmeyen tek şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor.
Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda
turistler gibi dolaşıyoruz… Halep’in esas familyalarının asılları Türklerdi.
Osmanlı imparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru
imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk
olmaktan daha faydalı idi. Suriye, Filistin ve Hicaz’da, “Türk müsünüz”
sorusunun birçok defalar cevabı “estağfurullah” idi…”
Bir zamanlar
hizmetinde bulunmaktan şeref duyduğumuz sevgili belde Medine’nin son müdafii ,
kahraman asker !
O Sevgili’nin
muazzez sözünü sen de bilirsin ki “ Kişi sevdiğiyle beraberdir “
Senin vücudun
Rumeli Hisar’ında olsa da inanıyorm ki ruhun o yüce Peygamber’le beraberdir.
Sen hâlâ o kutsal
topraklarda ve Mescid_i Nebevî’nin kapısında mânen nöbet tutan kahraman Türk
askerisin .
Ne mutlu senin
gibi askerlere ,
Ne mutlu o güzel
Peygamber’e ümmet olanlara !
Mekânın Cennet ,
rûhun şâdolsun …
Ahmet Müfit Kutlu
- E.Binbaşı
Mukaddes
emânetleri İstanbul’a götüren trende görevli olan, ihtiyât mülâzımlarından,
Sabih Beyefendi’nin Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
Hazretlerine hitâben yazıp, Fahreddin Paşaya arz ve ithâf ettiği şiirdir.
Dünya–âhiret
Efendimizsin
Bir Ulû’l-emr
idin emrine girdik
Ezelden bey’atli
hakanımızsın
Az idik sayende
murada erdik
Dünya ve ahiret
sultanımızsın
Unuttuk İlhan’ı
Kara Oğuz’u
İşledik seni göz
bebeğimize
Bağışla ey şefi’
kusurumuzu
Bin küsür senelik
emeğimize
Suçumuz çoksa da
sun’umuz yoktur
Şımardık müjde-i
sahabetinle
Gönlümüz ganidir,
gözümüz toktur
Doyarız bir lokma
şefaatinle
Nedense kimseler
dinlemez eyvâh
O kadar sâf olan
dileğimizi
Bir ümmîdi sende
yâ Rasûlallah
Ancak sen okursun
yüreğimizi
Ne kanlar akıttık
hep senin için
O yüce kitabın
hakkı içün azîz
Gücümüz erişsin
ve erişmesin
Uğrunda her zaman
döğüşeceğiz
Yapamaz Ertuğrul
evlâdı sensiz
Can verir canânı
veremez Türkler
Ebedî
hâdimü’l-Harameyniniz
Ölsek de ravzanı
ruhumuz bekler.
Derdimendim yâ
Rasûlallah, devâ ol derdime,
Destgir ol, yâ
Habiballah, bu asî mücrime!..
Sen şefâat kânı
varken, yalvarayım ben kime?..
Ben Rasûl-i
Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi,
cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..
Bûy-i vaslındır,
muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemâlinden eserdir,
bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemâlindir
Habîbim, mesteden bülbülleri,
Ben Rasûl-i
Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi,
cemâl-i Mustafâ hayrânıyım
Cânını cânâne
kurban eyliyor pervâneler,
Bezm-i vaslın
neş’esinden, gaşyolur mestâneler,
Aşıkın
gözyaşlarından, doldu hep peymâneler,
Ben Rasûl-i
Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi,
cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..
Ermek istersen, O
şâh’ın himmet-ü imdâdına,
Cânü dilden âşık
ol sen; “İsm-i zât” evrâdına,
Ses verir (Ulvî);
melekler âteşin feryâdına,
Ben Rasûl-i
Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi,
cemâl-i Mustafâ hayrânıyım
Ali Ulvi Kurucu
Kaddesellahû Sırrahû’l Azîz Hazretleri
Ali Ulvî Hazretleri’nin sesinden terennümleri;
Kasidehan: Hâfız Ahmet ÇALIŞIR’ın sesinden
“Ezelde
kaynaşan ervâha ayrılık var mı?
Cihan
yıkılsa bu vahdet yerinden oynar mı?
Olunca
minberimiz, Arş'ımız, Hudâ'mız bir;
Benim
de beklediğim nûr onun da gâyesidir
O
nûru gönder. İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı
milletin âfâkı, bir sabah ister.”
(Ersoy
1977:357).