|
![]() |
Bu konuda çok söz söylenmiştir ama daha
söylenecek çok şey vardır.
Söylenenler ya düşmanın yalan, iftira,
saçma ve tarih!
Gerçekleri çarpıtan sözleridir ya da
dostun sözleridir.
Dostun sözleri, genelde meseleleri
zamanın ve zamane insanının hoşuna gidecek şekilde açıklamaya ve yorumlamaya
yönelik çabalardır. Her ikisi de gerçekten başka bir şeyi aramayan ve hakikat
dışında bir taassubu bulunmayan araştırmacıyı araştırmadan müstağni kılmaz.
Kadın meselesi, ister duygusal açıdan, ister
toplumsal açıdan olsun, bizim çağımızda da söz konusudur, ilim bu problemi henüz
çözemediği için, ister istemez inanç aşamasında kalmıştır. Bundan dolayı ilmin
kesin olarak cevaplayamadığı diğer bütün meseleler gibi kadın meselesi de
mecburen felsefe, din, gelenek, zevk ya da ihtiyaç tarafından açıklanır. Bu yüzden
her ekol, her dönem veya her toplum bir şekilde onun hakkında konuşur. Doğal
olarak bu konuyu Peygamberin hayatında incelemek isteyenler, kendilerini, (genel
düşünce tarzı manasındaki) felsefe, din, gelenek, zevk ve ihtiyaç etkenlerinin
ürünü olan önyargı bağından kurtaramamışlardır.
Bu yüzden erkeğin toplum, hayat ve
duygudaki kadın anlayışı, zamandan ve çevreden çok etkilenir. Her dönemde ve
toplumda özel bir şekle bürünen böyle bir mesele hakkında ilmî araştırma
yapmak o kadar zordur ki eğer araştırmacı görüşünü kendi zamanının ve çevresinin
inanç, gelenek ve zevklerinin etkisinden arındırmaz ve büyük hocam Profesör
Jacque Berque’in deyişiyle, başka bir döneme ve başka bir çevreye ait
olan bir meseleyi kendi zaman ve çevresinin bakış açısıyla inceler ve ölçerse
hem gerçeği göremez hem de boş yere konuşmuş olur.
Çeşitli açılardan incelenebilecek olan
kadın meselesi, zamana ve çevreye o kadar bağlıdır ki onun en insanî usul ve
adetlerinden birçoğu başka bir zamanda ve çevrede insanlık karşıtı bir cinayet
olarak şekillenebilir.
Birden fazla kadınla evlilik de
böyledir. Kuşkusuz
çağımızın vicdanı, kadına yönelik böyle çirkin bir aşağılamadan dolayı çok yaralıdır.
Fakat geçmişte, özellikle ilkel toplumlarda bu ilke, çocuklarıyla birlikte
sıcak, güvenli ve sağlıklı bir aile hayatından yoksun olan birçok mahrum ve
himayesiz kadına, fakirlik, perişanlık ve fesadın tehdit ettiği geleceğini o
dönemde kadın ve çocuğun tek sığınağı olan bir erkeğin himayesinde kurtarma
ve geçmişte genellikle erkekleri takip eden kızıl ölüm ile hamisini kaybeden ve
sarsılan aileye yeniden toparlanma imkânı veriyordu.
Çarşaf da böyledir. Günümüzde çarşaf, kadının elini
ayağını bağlayan bir nesne olarak anlaşılmakta ve çağımızın ruhu onu kadın
için çirkin ve aşağılayıcı bir şey görmektedir. Fakat geçmişte çarşaf, kadının
toplumsal kişilik alameti, sosyal itibar göstergesi, izzet ve saygınlığının
koruyucusu olarak görülüyordu. Bu anlayış köy toplumlarında ve şehrin geleneklere
bağlı itibarlı ailelerinde hâlâ devam etmektedir.
İslam’da kadın hakları meselesi son
yıllarda bazı araştırmacılar tarafından incelenmiştir. Ben burada onların
söylediklerini tekrarlamayacağım.[1] Fakat kesin olan şudur ki
tarihin büyük düşünür ve ıslahatçılarının çoğu kadını ya görmezlikten
gelmişler ya da ona değersiz bir şey gibi bakmışlardır. KADININ YAZGISIYLA
İLGİLENEN VE ONA İNSANÎ ONURUNU VE SOSYAL HAKLARINI GERİ VEREN YALNIZCA PEYGAMBERİMİZDİR.
Kadına ferdî mülkiyet hakkı ve ekonomik bağımsızlık kazandırmıştır. Erkeği
kadının geçimini temin etmekle yükümlü kılmıştır. Hatta ona kendi çocuğunu
emzirmeye karşılık olarak kocasından ücret alma hakkı tanımıştır. Mehir verme
yükümlülüğü, her ne kadar günümüzde reddedilse de kadının şahsiyetinin
göstergesi ve geleceğin uğursuz ihtimallerine karşı ekonomik garantidir.
Ayrıca kadınla erkeğe dinî ve hukukî alanda eşitlik tanıyarak kadını toplumda
söz sahibi yapmıştır. Ayrıca kadın üzerinde sürekli baskı ve otorite kurmaya
çalışan erkek karşısında ona bağımsızlık sağlamıştır.
Benim İslam açısından karmaşık ve
hassas bir mesele olan kadının toplumdaki yeri konusunda söyleyeceklerim, bu
ekolde kadının sosyal haklan ve İnsanî itibarı titiz ve kapsamlı olarak incelendiğinde
çıkarılabilecek olan şu hususlardır: İslam erkekle kadın arasındaki ayrımcılık
ile şiddetli bir şekilde mücadele ettiği halde eşitlikten yana da değildir.
Bir başka deyişle ne ayrımcılık taraftandır ne de eşitliğe inanmaktadır.
Toplumda her birini kendi doğal konumuna oturtmaya çalışmaktadır. Ayrıcalığı
cinayet, eşitliği yanlış olarak görüyor. AYRIMCILIK İNSANLIĞA, EŞİTLİK TABİATA
AYKIRIDIR. Kadının tabiatını ne erkekten aşağı kabul eder ne de eşit sayar.
Bu ikisinin tabiatı, hayatta ve toplumda birbirinin tamamlayıcısı olarak yaratılmıştır.
BUNDAN DOLAYI İSLAM, BATI MEDENİYETİNİN TERSİNE, BU İKİSİNE “EŞİT VE
BENZER” HAKLAR DEĞİL, DOĞAL HAKLAR TANIMA TARAFTANDIR. Bu konuda
söylenebilecek en önemli söz budur. Bu sözün değerini ve derin anlamını ancak, “Avrupa’dan
izinsiz” düşünme ve olayları bizzat gözleriyle görme cesaretine sahip
bilinçli okurlar kavrayabilirler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
uygulamada İslam’ın kadın için tanıdığı hakları ve şahsiyeti ona vermeye
çalışır. Erkeklerden olduğu gibi kadınlardan da biat alır. (Kendi inanç
ekolünün esaslarına dayalı rey, sorumluluk, sosyal ve siyasal antlaşma) Onlara
erkekler gibi ashabı arasında yer verir.[2] Kızı Fatıma’yı küçükken
insanların önünde dizine oturtuyor, onlarla konuşurken onu okşuyor ve ona karşı
özel bir sevgi göstererek sanki kızın aşağılık olmadığını, onun da erkek gibi
değerli olduğunu göstermeye çalışıyordu. “Onlardan birine kız
müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir.” (16/Nahl
Suresi 58; 43/Zuhruf Suresi 17) Bazen de gururlarına yediremeyip diri
diri toprağa gömüyorlardı. Ali, Fatıma’yı istemeye geldiği zaman, çok güzel bir
adabımuaşeret, nezaket ve incelikle Fatıma’nın kapısı arkasında durup ondan
izin istiyor ve “Fatıma, Ali bin Ebû Tâlib senin adını anıyor.” diyor.
Sonra onun cevabını almak için sessizce bekliyor. Fatıma’nın olumsuz cevabı
kapıyı yavaşça kapatmak ve olumlu cevabı ise cevap vermemek şeklinde olacaktı.
Fatıma kocasının evine gittiğinde,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem her gün ona uğruyor, kapı eşiğinde
dışarıda durup giriş izni alıyordu. Ona selam vermede erken davranıyordu. Onun
kadınlarına davranışı öylesine edep, incelik ve sevgiyle birleşmişti ki bu, o
günkü kaba toplumda pek hayretle karşılanıyordu.
Evinin dışında güç ve sertlik abidesi
olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, evinin içinde öylesine yumuşak
huylu, sevgi ve saygı dolu davranıyordu ki hanımları ona saygısızlık yapıyor,
açıkça onunla münakaşa edip pervasızca konuşuyor ve onu incitmekten çekinmiyorlardı. BİR GÜN ONLARA ÇOK DARILIR
-DİĞERLERİ GENELLİKLE KADINLARI KAPI DIŞARI EDERLERDİ; ŞİMDİ DE BAZI MÜMİNLER
ÖYLE YAPIYORLAR- VE EVDEN ÇIKIP BİR TARAFINDA TAHIL BULUNAN AMBARDA KALIR. BU
AMBAR YÜKSEK BİR YERDE OLDUĞU İÇİN, HZ. PEYGAMBERİMİZ BİR AĞAÇ KÜTÜĞÜNÜ KOYUP
ÇIKIYOR VE AMBARA ÇIKTIKTAN SONRA KİMSENİN KENDİSİNİ RAHATSIZ ETMEMESİ İÇİN
ONU KALDIRIYOR. O, bir ay boyunca hanımlarına küstü. Hatta öylesine
üzülmüştü ki (farzların dışında) mescide bile gitmiyordu. Halk da üzgün ve
perişan olmuştu. Hz. Ömer onları temsilen gelip görüşme izni istedi. Ona
izin vermedi. Hz. Ömer de ona,
“Eğer seninle kızım hakkında görüşmek
istediğimi sanıyorsan, ben ondan nefret ediyorum, izin verirsen boynunu bile
vururum.” diye mesaj
gönderdi. O da ona girmesine izni verdi. Hz. Ömer diyor ki:
“Yanına vardığımda ambarın bir
köşesinde hasra uzanmış olduğunu gördüm. Ayağa kalktığında böğründe hasır
izleri görünüyordu. Ben ağlamaya başladım.” Hz. Ömer’i üzgün gören Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem, ona, dünyadan uzak durmanın ve zahitliğin lezzetinden söz ediyor ve
onu sakinleştiriyordu. Hanımlarının davranış biçimi onun hayatının en büyük
zorluklarından biriydi. Bu doğaldır. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin aklı ve ruhu onlardan çok uzaktır. Ayrıca köleler gibi aşağılık
sayılan o dönemin kadınları, sadece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
evinde karşılaşılan hürriyet ve saygıya layık değillerdi. Bugün biz bu gerçeği
herkesten ve her zamankinden daha iyi biliyoruz. Şahsiyetsiz birine şahsiyet
atfetmek, başlangıçta hep kasıntılara ve hastalıklı ve tehlikeli tepkilere yol
açabilmektedir.
Hz. Ömer’in dilinden nakledilen bir
söz, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında kadının sosyal hakları
ve kadın-erkek ilişkileri konusunda yapılan köklü devrime açıkça işaret
etmektedir. O diyor ki:
“Allah’a ant olsun, biz cahiliye
devrinde kadınları hiçbir konuda hesaba katmazdık. Nihayet Allah ayetler
indirip onlar için haklar belirledi. Ben bir iş konusunda biriyle istişare
ettiğimde karım, “Şöyle şöyle yap.” derdi. Ben ise, “Benim işim seni ne
ilgilendiriyor?” derdim. O da
“Kimsenin senin işine karışmasını
istemiyorsun ama kızın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle münakaşa
ediyor ve onu bütün gün sinirlendirip küstürecek şekilde davranıyor.” dedi. Ben de abamı alıp evden dışarı
çıktım, Hafsa’nın yanına gidip dedim ki:
“Kızım, sen bütün gün Resulüllah ile
onu küstürecek şekilde münakaşa mı ediyorsun?” Hafsa,
“Evet, onunla münakaşa ediyorum.” dedi. Dedim ki:
“Sen Allah’ın azabı ve Resûlullah’ın
gazabından sakın! Kızım kendi güzelliğine ve Peygamberin sevgisine karşı
nazlanan bu kadına uyma.” dedim.
HZ. ÖMER VE HZ. EBUBEKİR BİR GÜN ŞU
OLAYA ŞAHİT OLUYORLAR:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
oturmuş, hanımları onu aralarına almışlar, bağırarak, kaba ve saygısız bir
üslupla konuşarak yaşadıkları sıkıntılı hayattan şikâyetçi oluyorlar ve ondan nafaka
istiyorlardı. O ise sessiz ve üzgün bir şekilde onları dinliyor ve acı acı
gülümsüyordu. Hz. Ömer’i
ve Hz. Ebubekir’i görünce,
“BUNLAR BENDEN ELİMDE OLMAYAN ŞEYLERİ
İSTİYORLAR.” diye şikâyette
bulunuyor. Hz. Ömer ile Hz. Ebubekir hemen kalkıp kızlarını dövüyorlar. Bu
dile alışık olan kadınlar sakinleşiyorlar ve ondan bir daha elinde olmayan bir
şey istemeyeceklerine dair söz veriyorlar. Onların bu tutumu, babaları ve
hatta Peygamberin azarlanmasına üzülen Müslümanlar için bile tahammül edilemez
olmuştu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, toplumunun vahşî ve sert
yapılı erkeklerine yeni bir ders vermek ve mahrum ve çaresiz kadınlara yeni bir
şahsiyet kazandırmak için bunların yaptıklarına tahammül ediyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
hanımlarının hoşnutsuzluğunun diğer nedeni, İran Hüsrevlerinin, Roma
kayserlerinin ve hatta Yemen, Gassan, Hire ve Mısır padişahlarının kanlarının
görkemli saraylarda yaşayıp dans, şarap, eğlence ve kumarla iç içe olduklarını
duymuş olmalarıydı. Hâlbuki
bunlar da Arap padişahının karılarıdır ve aylar geçmesine rağmen mutfaklarının
bacasından duman tütmemiştir. Kabuklu arpa unu pişirip yiyorlar. Bu onların tek
sıcak yemeğidir. Sofralarında genellikle su ve hurmadan başka bir şey
bulunmaz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
ile eşleri arasındaki bu geçimsizlik öylesine arttı ki vahiy müdahale edip şunu
önerdi:
“Eğer dünya dirliğini ve refahını
istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzellikle
serbest bırakayım. Eğer Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu
istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir
mükâfat hazırlamıştır. ” (33/Ahzab Suresi 28,29)
Kadınlar, yoksulluğu ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi tercih ettiler.[3] Onlardan sadece birisi
dünyayı tercih etti. Fakat dünya da ona vefa etmedi, kara kadere yakalandı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
“Ben sizin dünyanızda üç şeyi sevdirildi: Koku, kadın ve gözümün nuru
namaz.” diyor. Hanımlarına adaletli davranıyordu. Her gece birisiyle
beraber geçiriyordu. Ama kalbi Hz. Aişe’nin aşkıyla doluydu. Onun evine
gelen tek kız Hz. Aişe’ydi. Diğerlerinin hepsi duldu ve siyasî ya da ahlakî
maslahat için evlenmişti.
Hz. Aişe, hem genç ve güzel, hem de
zeki, zarif, güzel konuşan ve âlim bir kadındı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme âşıktı. Diğer
hanımlarını ve Peygamberin çok sevdiği Fatıma ve Ali’yi kıskanıyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onunla görüşüp konuşunca siyasî
hayatının zorluklarını ve yorgunluklarını unutuyordu. Ağır düşüncelerin baskısı
altında bunaldığında ve ruhunun çetin dalgaları ve düşüncelerinin yüksek
miraçları karşısında takatsiz kaldığında, Hz. Aişe’yi çağırıp “Benimle konuş
ey Hümeyra (pembelim)!” diyordu.
Hıristiyan misyonerler ve onların dinî
veya siyasî propagandalarının etkisi altında kalan bilgisiz ya da kötü niyetli
yazarlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhunda bir zaaf noktası
bulmaya çalışıyorlar. Hıristiyan ahlak eğitimi, kadının güzelliğini şeytanın
tuzağı ve ona meyletmeyi fesat ve düşüş, evlenmemeyi Allah Teâlâ’nın rızasının
kaynağı ve dinî takvanın koruyucusu saydığı için ve günümüz Avrupa vicdanı
birden fazla kadınla evlenmeyi iğrenç ve çirkin kabul ettiği için, onu Doğu’nun
kadın düşkünü “Don Juan”ı ve Doğulu sultanlar gibi harem kurmuş birisi
olarak tanıtmaya çalışmışlardır. Bunlar iki konuda çok gürültü koparmışlardır:
Birisi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin çok kadınla evlenmesi, diğeri de Hz. Cahş kızı Zeyneb’in öyküsü. Onların çıkardıktan gürültü dalgaları
ülkemize kadar gelmiştir. Birçok entelektüelimizi (yani diplomalılarımızı) de
tutsak etmiştir. Ben bu konunun gerçek yüzünü anladığım kadarıyla göstermeye
çalışacağım. Kanaatime göre Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin duygusu ve
hayatındaki kadın meselesi onun için bir zaaf noktası ve saldın konusu olmaktan
çok, bu büyük ruhun parlak ve en güzel yönünü teşkil etmektedir. Nitekim Mısırlı
Abbas Mahmut Akkad diyordu ki:
“Hıristiyan misyonerler ve sömürgeci
yazarlar bu yoldan İslam’a can alıcı ve öldürücü darbe indirmek istemelerine
rağmen çok büyük bir hata yapmışlardır. Çünkü dinini tanıyan, Peygamberinin
siyerini bilen bir Müslüman için hakikatin görülmesi, her şeyden daha açık ve
daha basittir. Onların katil yolu sandıkları şey, Peygamberinin büyüklüğünün
ispatı, dininin çirkin ithamlardan beraat etmesi için ispatlayıcı bir
belgedir. Başka bir delile ihtiyaç kalmamaktadır. Zira bir Müslüman için,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetinin doğruluğu konusunda
hiçbir delil, onun hanımlarına davranış tarzından ve hanımlarını seçme
şeklinden daha doğru değildir” [4]
Burada ilk önce Hz. Zeyneb olayına
değinecek daha sonra diğer meseleyle ilgileneceğiz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem için tasarlanmış olan aşk, heves ve harem saraylığının ne
olduğunu anlayacağız.
HZ.CAHŞ’IN KIZI ZEYNEB
Hz. Zeyneb, Cahş’ın kızı ve iftihar
dolu hayatını şehadetle noktalayan büyük muhacir Abdullah’ın kız kardeşidir.
Cahş ailesi, Kureyş içinde soyluluğuyla ünlenmiştir. Cahş’ın güzel kızı Hz.
Zeyneb, Abdulmuttalip’in kızının torunudur; iki soylunun evlenmesiyle doğan bir
çocuktur. Bundan dolayı Peygamberin halasının kızıdır. Hz. Zeyd bin Harise, Şam’da
esir edilen bir köledir. Kader onu Hatice’nin evine getirdi. O da Hz. Zeyd’i
eşi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme hediye etti. Şam’ın
aristokratlarından olan “Harise” oğlunu aramak için Mekke’ye geldi ve
onu buldu. Efendisine Hz. Zeyd’i satın almak için teklifte bulundu. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem isteği kabul etti. Fakat Hz. Zeyd kabul etmedi.
Gurbette Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hatice’nin kölesi olmayı,
annesi ve babası yanında hür yaşamaya tercih etti. Esir çocuğunu bulmak için
çilelere katlanmış ve şimdi onu alıp geri götürmek için sabırsızlanan babasına
şöyle dedi:
“Ben Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin yüzünde öyle bir duruluk görüyorum ki gönlümü ondan ayıramıyorum.”
Hz. Zeyd’in vefakârlığını ve kabiliyetini
bilen ve ona Harise’den daha çok değer veren Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, onu hemen azat etti ve evlat edindi. Bundan sonra onu Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kölesi “Zeyd bin Harise” değil, “Zeyd
bin Muhammed” adıyla çağırmalarını istedi. Böylece Hz. Zeyd hem kaybettiği
babasına ve vatanına kavuştu hem de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu
sıralarda yitirdiği iki çocuğu Kasım ve Abdullah’ın matem dolu evde boş kalan
yerlerini doldurdu.
Bu iki ruh arasındaki hayranlık
uyandıran sıkı dostluk bağı, Peygamberin hayatının en güzel tezahürlerinden
biridir. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evinde büyüyordu.
Babası Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, annesi Hatice, bacısı Zehra,
kardeşi Ali. Kabiliyetini medenî bir toplumdan ve seçkin bir aileden devralmış
olan bu Şamlı zeki genç, akıncısı Allah olan bir ailenin beşinci üyesi oldu.
Hz. Zeyd, ne kadar şuurlu bir şekilde kendine gelen mutluluğu tanıyıp ona
kapısını açtı ve kendi güzel kaderini seçti.
Evlatlık edinme, Araplarda gelenekti. Sahiplerinin gözünde değer kazanan
köleler, serbest bırakılıp evlatlık mertebesine yükseltilirlerdi. Fakat
kölelik hatırası, toplumsal çevresinde canlılığını olduğu gibi koruyordu. Bu
durum değişikliği ona yeni sosyal haklar sağlasa da onun sosyal konumu hep
lekeli kalıyordu. Azat edilen insana hiçbir zaman özgür insan gözüyle bakmıyorlardı.
Evlatlık, evladın yerini almıyordu. Mevla (azatlı köle) sadece ruhsal bakımdan
ve sosyal konum açısından aşağılanmakla ve manevi ve psikolojik mahrumiyet hissetmekle
kalmıyor, üstelik birçok sosyal haktan da mahrum bırakılıyordu. Birçok
ayrımcılık onu diğerlerinden ayırıyordu. Bunlardan biri, efendinin, daha önce
kölesi olan kimsenin boşadığı kadınla evlenme yasağı idi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
özgürleştirilmiş insanı özgür insandan ayıran bütün ayrımcılıkları ortadan
kaldırmak suretiyle bu ikisi arasındaki mutlak eşitliği sağlamaya çalışırken
onun kölelik hatırasını da zihinlerden silmek ve toplumda sürekli hissettiği
aşağılık duygusunu yok etmek ve ona şahsiyetini ve hak ettiği sosyal, manevi
ve ruhsal itibarı vermek istiyordu. Böylece haklarını elde eden kimse, bireysel
ve toplumsal vicdanını özgürleştirilmiş değil, özgür bir insan olarak
hissedecekti.
Bu yüzden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem, Hz. Zeyd’i büyük ve önemli görevlere getirmekle onu değerli Muhacir
ve sahabiler gibi tanıtmaya çalışıyordu. Onu Medine’de kendi makamına vekil
bırakıyor, Roma savaşına gidecek olan ve Hz. Cafer bin Ebû Tâlib, Hz. Abdullah
bin Revaha ve Hz. Halit bin Velid gibi büyük şahsiyetlerin sadece er olarak
katıldıkları büyük ordunun başına komutan atıyor, en önemli meseleler üzerinde
onunla istişarede bulunuyor ve önemli seriyelere başkan seçiyordu. Hatta genç
oğlu Üsame’yi ailevî bir mesele olan “Ifk hadisesi” konusunda Hz. Ali
bin Ebû Tâlib ile aynı düzeyde birisi olarak istişare heyetine alıyor ve
hayatının son günlerinde, 18 yaşındaki bu genci Roma imparatoruna karşı savaşacak
olan ve içinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi büyük şahsiyetlerin asker olarak
bulunduğu ordunun kumandanı yapıyor.
Bütün bu çabalar, özgürlüğüne
kavuşturulmuş olanların, İslam toplumunda eşit olmaları gibi Müslümanların
duygu dünyasında da eşit olmalarını sağlamaya yönelikti.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Arap aristokrat ailelerinden olan bir kızı Hz. Zeyd’e istemekle hem
yabancıların ve özellikle azat edilmiş kölelerin hissettiği aşağılık duygusunu
ortadan kaldırmayı hem de özellikle evlilik konusunda daha belirgin olan ailevî
taassubu kırmayı amaçlıyordu. Hiçbir soylunun böyle birine eş olmayı kabul etmeyeceğini
bildiği için, üzerlerindeki nüfuzunu kullanarak ve razı ederek Hz. Zeyd’i kendi
akrabalarından bir kız ile nişanlamaya karar verdi. Bu nedenle halasının kızı
Hz. Zeyneb’i seçti. Fakat tahmin edileceği gibi kardeşi Abdullah, Muhacirlerin
en temiz ve en fedakârlarından olmasına rağmen bu evliliği kendi ailesine karşı
yapılmış bir hakaret sayarak reddetti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
ısrar etti ve 20. yüzyılda, medeni Avrupa toplumunda bile hâlâ yürürlükte
olan bu cahiliye geleneğini kırmaya çalıştı. Nihayet vahiy, Abdullah’ı ve kız
kardeşi Hz. Zeyneb’i bu işe razı etti:
“Allah ve Resulü bir işe hükmettiği
zaman inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteğine göre seçme hakkı
yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş
olur. ” (33/Ahzab
Suresi 36)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Hz. Zeyneb’in mehrini bizzat kendisi ödedi ve çirkin bir geleneği kırıp yerine
yeni bir insanî gelenek yerleştiren bu evliliği gerçekleştirdi. Fakat bu evlilik,
topluma mutluluk getirdiği ölçüde ailede mutsuzluğa sebep oldu. Hz. Zeyneb,
kendi ailesinin üstünlüğünü, Hz. Zeyd’in sosyal konumunun aşağılığını unutamıyor
ve bunu sürekli Hz. Zeyd’in başına kakıyor ve onu incitiyordu. O da Hz.
Peygamber’e şikâyette bulunuyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise
Hz. Zeyd’in sabırlı olmasını istiyor, her ikisini de iyi geçinmeye davet
ediyordu. Hz. Zeyneb, Hz. Zeyd ile evlenmeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin emriyle kabul etmesine rağmen onu hiç sevmedi. Çünkü gönül bambaşka
bir ülkedir. Ona aşktan başka bir şeyin hükmü geçmez. Bu, Hz. Zeyneb’i de aşan
bir durumdu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin büyük gayretlerle bağladığı bu evlilik bağı gün geçtikçe zayıflıyordu.
Hz. Zeyneb ise onu, bir maslahat icabı göğsü üzerine konulmuş bir kaya ve bir
çıkar için boğazına atılmış bir düğümden başka bir şey olarak hissetmiyordu.
Gün geçtikçe sabrı daha bir tükeniyordu. Hz. Zeyd ise aralarına sürekli mesafe
koyan ve günden güne kendisinden hızla uzaklaştığını gördüğü bir kadınla
birlikte olmaktan dolayı çok inciniyor ve bu sevgisiz beraberlik, anbean
hayatın rengini karartıyor ve evliliğin tadını acılaştırıyordu. Kimsenin de
elinden bir şey gelmiyordu.
Şüphesiz Chandel’in dediği gibi “Aşka
muhtaç bir kalp, aşksız olduğu zaman, gönül ehlini kaybettiği sevgiliyi aramaya
gönderir ve onu bulmadıkça sakinleşmez. Allah, özgürlük, bilim, sanat,
güzellik ve dost, onu arayış çölünde, yolu üzerinde tozlu ve boş testisini
kimin çeşmesinden dolduracak diye beklemektedir.”[5]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Hz. Zeyneb’in derin bakışlarında aniden gönlüne haber verdiği bu sırrı okudu.
Hz. Zeyneb’in içine düşen gizemli ateş, yanaklarına yansıdı ve canını sıkan
rahatsızlıklar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem karşısındaki
suskunluğunu daha da zorlaştırdı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
önünde çakan ilk şimşekle gözlerini kapattı ve hemen kendi içine daldı ve
hızla geri döndü. Ancak Hz. Zeyneb nereye dönebilirdi? Artık Hz. Zeyd’le
görüşmeye tahammül edemiyordu. Gök, göğsü üzerine ağırca çöküp nefes yolunu
tıkamıştı. Bir çehreyle karşılaşmak, bir sözü duymak onun için dayanılmaz bir
çileydi. İçinde iki yabancı gibi ayrı köşelerde, bıktırıcı sessizlik içinde
oturdukları ve hiçbir şeyi beklemeden zamanın geçişini ve güneşin ve ayın
doğuşunu ve batışını seyrettikleri soğuk evde bacadan içeri ansızın bir ateş kıvılcımı
düşse ve ev yansa ne Hz. Zeyneb ne de Hz. Zeyd bir an bile orada kalamazdı.
Hz. Zeyd, dayanamayıp dertli bir
şekilde evden dışarı fırladı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
sığındı. Sevgili babalığından onları birbirinden kurtarmasını istedi. Çünkü
artık hiçbirisinin dayanacak gücü kalmamıştı. Hz. Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme âşıktı; onun büyüklüğü ve sevgisiyle doluydu. O, kılıç, vefa
ve iman adamıydı; kalbini ona vermeyen bir kadının nâaşını omzunda taşımazdı.[6] Kureyş kabilesiyle
akrabalık bağlılık uğruna ya da ruhsuz ve soğuk bir heykelin güzellik
lezzetini tatmak için odalarının çatısından başka bir şeyi paylaşmadıkları ve
oturduktan ev dışında başka hiçbir şeyin kendilerini bir araya getirmediği bir
hayatta kimseye esir de olamazdı, kimseyi esir de edemezdi. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem için bu olay başlı başına büyük bir meseleydi. Üzerinde çokça
düşünüp çare arıyordu fakat bulamıyordu. Hz. Zeyneb’in bakışlarında okuduğu
şeyi acaba kalbinde de hissetmiş miydi?
Acaba hayatını, gençliğini ve her
şeyini Allah, insanlar, düşünce, takva, çile ve mücadeleye adayan büyük bir
ruh, şimdi kendisine tutkun bir kalp karşısında kendini kaybetmiş miydi?
Bu soruya verilen birçok cevap vardır
ve bundan hayal ürünü hikâyeler ve uydurma efsaneler üretilmiştir. Ancak ben, böyle bir soruyu da ona
verilen cevapları da temelsiz buluyorum. Çünkü aşkın gizli yolunu ne tarih ne
de araştırma bilebilir. Hem de “çeng” gibi bir bakışın ya da gülüşün
yumuşak bir parmak ucu işaretiyle figan eden ve tahammülsüzlükten sabrın ve
sükutun yakasını yırtan bir gazel şairinin gönlünde değil, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin gönlü gibi derin, büyük ve güçlü bir gönülde.
GÖNÜL OKYANUSTUR.
Hangi göz, sabahın seherinde esen ve
kendisini denizin üzerine vuran meltemin, denizin kalbini ne ölçüde sarstığını
görebilir?
Hem de denize 1400 fersahlık bir mesafeden
bakan bir göz!
Üstelik her gönlün sevebildiği ölçüde.
Gönüller ne kadar hayrette ise
onlardaki aşk da o kadar hayret vericidir. Biz aşkları Doğu’da Menuçehrî’nin
çukurundan Mevlana’nın göğüne kadar, Batı’da ise Bolitis’in kokuşmuş
bataklığından Dante’de Beatris’in kutsal melekutî cennetine kadar birbirinden
uzak olduğunu biliyoruz. BİZ BÜTÜN BUNLARI BİR KELİME KALIBINA DÖKMENİN, BU
KELİME SINIRSIZ AŞK TERİMİ BİLE OLSA, NE KADAR ÇİRKİN OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ. Böyle
bulanık tabirleri, çürük ve dar kelimeleri öykücülerin, gazelcilerin,
heyecanlı, ateşli ve hareketli gençlerin elinden ve dilinden ödünç almış oluyoruz.
Söz konusu olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbi gibi derin bir
kalbin içindekiler ise, yersiz ve gerçekten uzak sözler söylüyoruz. Yaratılış
giysisi kendisine dar gelen bir kalbin derinliğindeki esrarengiz çeşmelerin kaynamasını,
meyve tozuyla kabaran bir bardak suyun kaynamasıyla karşılaştırmış oluruz!
Biz hiçbir zaman Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin kalbindeki aşkın nasıl ve ne olduğunu anlayamayız. Onun
sadece göklere uzanan ve kalbi böyle bir ateşin tutuşmuş ocağı olan bir aşka
değil; aynı zamanda kalpten kalbe akan bir aşka da aşina olduğunu biliyoruz.
Bu durum, ariflerin kendisinden rivayet ettiği şaşkınlık ve güzellikten
titreyen şu peygamberce sözden de anlaşılmaktadır: “Kim âşık olur ve onu
gizleyip kendisini tutarak ölürse cennet ona vacip olur.” [7]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin gönlünde bir aşk varsa bile bu ilginç bir öyküdür; Hıristiyan
din adamlarının, Dozy gibi Hıristiyanlık veya sömürgeciliğe bağımlı
oryantalistlerin ya da Conde ve Brass gibi piyasa yazarlarının uydurdukları
gibi değildir. BUNLAR NE KADAR ÇİRKİN, İĞRENÇ VE CAHİLCE YAZILARDIR.
Mesela:
“...Aniden hafif bir rüzgâr, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabından biri olan Hz. Zeyd’in güzel eşi Hz.
Zeyneb’in yatak odasının perdesini bir kenara çekti. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, alımlı bir ince giysiyle yatağında uyuyan Hz. Zeyneb’le karşılaştı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, yan çıplak haldeki uzun boylu Hz.
Zeyneb’i görünce kalbi heyecanla doldu...” [8] Hz. Zeyneb, öyküsünü
gizlemeyip Hz. Zeyd’e açıkladı. O da Peygamberin Hz. Zeyneb’le evlenebilmesi için
onu boşadı.
Bunlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin aşkını, kiliselerin gizli köşelerinde ve halvetlerinde kutsal
bacılarla kutsal pederler arasında olup bitenler ve “VİCTOR HUGO”nun ifşa
ettiği aşklar gibi sanıyorlar.[9]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
çok üzgün ve ızdırap içindedir. Kaçacak yolu olmayan bir darboğaza düşmüştür.
Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb’in birlikte yaşaması artık imkânsızdır. İkisinin de
kurtuluşu ayrılıktır. Ayrıca Hz. Zeyneb’e karşı, onu böyle bir kadere mahkûm
ettiği ve kendi akrabasını halkın çıkarma kurban ettiği için ağır bir
sorumluluk hissetmektedir. Hele Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin buna
sebep olan birisi olarak Hz. Zeyneb’i yakmakta olan dert karşısında seyirci
kalması, çare düşünmemesi mümkün müdür?
Hz. Zeyd’ten boşandıktan sonra onu
dertli ve başıboş kaderiyle, ümitsizlikle baş başa bırakabilir mi?
Bunlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin karşısına dikiliveren beşerî gerçeklerdir. İnsanlığın en gerçekçi
toplum ve ahlak önderi olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, gerçeği
hiçbir zaman yadırgamaz ve ona karşı savaş açmaz. İslam’ın ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin en doğru ve parlak özelliklerinden biri, gerçekleri kabul
etmektir. Savaş, öfke, intikam, hayat lezzetleri, güzellik, heves, servet,
ilişki kesme, ilişki kurma ve hatta tek evlilikten sapma, bireyin ve toplumun
sürekli karşı karşıya olduğu gerçeklerdir. Birçok sosyal felsefenin,
irfanî ekolün ve çoğu dinin insanî ilişkileri görmezden geldiklerini ya da
ortadan kaldırma mücadelesi verdiklerini ama asla başarılı olamadıklarını görüyoruz.
Çünkü görmezden geldiğimiz her gerçek, kendisini daha tehlikeli ve çirkin bir
çehreyle gösterecek ve onunla yüz yüze olmadığımız her an bizi arkadan
hançerleyebilecektir. Bu, tarih boyunca hep tecrübe edilegelmiş bir gerçektir.
İSLAM HER ZAMAN GERÇEKLERLE YÜZ YÜZE
GELİR, ONLARI KABUL EDER, DENETİMİ ALTINA ALIR, ONLARI KENDİ YOLUNA ÇEKER VE
BÖYLECE TAŞKINLIĞA, TEHLİKEYE VE KÖTÜLÜĞE YOL AÇMASINI ÖNLER. Çünkü toplumun
en tehlikeli iç düşmanları, resmiyette kabul edilmeyen ve hayat hakkı
tanınmayan unsurlardır. İslam, cihat, boşanma, birden fazla kadınla evlilik,
tekrar evlenme, kısas, mülkiyet, dünya nimetlerinden[10], maddî hayatın servet ve
lezzetlerinden yararlanmaya ruhsat vermekle, her zaman ve her yerde rastlanan
bu olguları kabul ederek isyancı ve tehlikeli gerçekleri dizginlemeye çalışmıştır.
Aşk da kin, intikam ve savaş gibi
Hıristiyanlık’ta görüldüğü şekilde kapıların yüzüne kapatılması halinde
duvardan atlayacak olan böyle bir gerçektir.
Burada aşkın anlamını anlamayan, iki
akraba ruhu birbirine doğru çeken gizemli ve olağanüstü gücü tanımayan, onu
mizacın defi haceti olan hızlı ve sakinleştirici heveslerle bir tutan veya
iki insan arasındaki ilişkiyi şöhret, ekmek ve lezzet bağı zanneden, ne desem,
hatta insan ile Allah Teâlâ arasındaki ilişkiyi ateş topu ve cehennem zebanisi
korkusu veya huri, gılman ve kara gözlü, nar memeli kızları arzu etme dışında
anlamsız ve imkânsız gören kimseler vardır. Onlar burada nelerden söz ettiğimi
nasıl bilirler?
Öyleyse Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin sorunu nedir?
Niçin önünde duran bu güçlü ve
tehlikeli gerçeği itiraf etmekten korkuyor?
Niçin Hz. Zeyneb’i Hz. Zeyd’in de
yakalandığı ve kırmak için uğraştığı o zincirden kurtarmıyor ve ümitsiz
kurtuluştan korkarak çaresiz bir şekilde kendisini duvarlara çarpan bu yaralı
kuşun çıkıp o sığınağa girmesi için kafesin kapısını açmıyor?
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
iki şeyden çok korkuyor:
Korku ile hiç tanışmamış olan bu kalp,
şimdi üzüntü, bunalım ve korkuya tutsak olmuştur. Biri halkın anlayışı
konusunda duyduğu nefrettir. Kendisinin temiz ve yüce duygularının, halkın
iğrenç ve alçak anlayışlarıyla kirletilmesinden korkmaktadır. Gök ile irtibatı
olan güzel ve yüce bir ruh için, kendi pis hayat bataklıklarında debelenen
insan kurtçukları arasındaki geri düşüncelerden ve dar görüşlerden daha
iğrenç, daha çirkin ve nefret uyandırıcı bir düşman yoktur.
Günümüz medeni Avrupa yazarlarının Batı
edebiyatına şekil veren ve geliştiren sinema aşkı ve duygusal aşk olarak ifade
ettikleri şeyi, duygusal aşk konusunda deve seviyesinde olan Hicaz, Necid ve
Tihame Araplarının gözleri nasıl görebilir?
Gök gibi temiz ve içinden yüzlerce gayb
çeşmesi fışkıran kalbi hangi pisliklerle bulandıracaklardı?
Ayrıca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin yolu üstünde bir lüzumsuzluk durmaktadır. Her toplumun duvarlarını ve
her yolun engellerini oluşturanlar bunlardadır. Bu lüzumsuzluk, toplumun duygu
derinliklerinde kök salmış olan ve koyu bağnazlık tarafından korunan eski ve
sağlam gelenektir.
Evlatlık, kölelik ile özgürlük arasında
bir merhaledir. Evlatlık çocuk, yarı özgür bir insandır. Onu diğer özgür
insanlardan ayıran özelliklerden biri, şimdi üvey babası olarak bilinen eski
efendisinin, onun bir zamanlar eşi olan kadınla evlenememesidir. Çünkü Araplar
böyle bir evliliği büyük bir ayıp sayarlar.
Ama neden ayıp?
Neden bir kadın daha önce azatlı bir
köleyle evlenmiş olduğu için bütün kadınların yararlandığı bir haktan mahrum
kalsın?
Yoksa özgürleştirilmiş biri özgür insan
değil midir?
Bu âdet, hayalî ve insanlık dışı bir
lüzumsuzluktur ve hem kadın, hem eşi, hem de onlarla içli dışlı olan kimseler
için adamın kölelik günlerinin uğursuz hatıralarını ve onunla evli olma
utancını canlandırmaktan başka bir anlamı olmayan bir kölelik kalıntısıdır. Onu
ortadan kaldırmak ve özgürleşmiş adamı ve karısını, onları kölelikle
ilişkilendiren ve özgür insanlardan ayıran her türlü kayıttan kurtarmak
gerekir. Sürekli toplumda ortaya çıkan ihtiyaçlar üzerine inen vahyin kesin
emri, onu bütün zamanlar için ortadan kaldırdı ve bu yanlış geleneği söküp
attı.[11]
Şimdi Hz. Zeyneb, Hz. Zeyd ile maslahat
üzerine yaptığı evlilik cenderesinden, Hz. Zeyd de araları görünmez duvarlar
tarafından ayrılan Hz. Zeyneb ile evlilik işkencesinden kurtulmuştur. Hz. Zeyneb’in
çileli bir hayat anısından başka sermayesi yoktur. Böyle bir kurtuluş, onu
saygın akrabasının himayesine girmesi yönünde daha bir sabırsızlandırıyordu.
Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem henüz cesaretsiz ve tereddütlüdür. İnsanlar ne diyeceklerdi ve onu nasıl
anlayacaklardı?
Onun şafak kadar temiz olan duygusunu
iğrenç tabirleriyle bulandıracaklar mıydı?
Güneşin doğuşu gibi güzel ve görkemli
olan bir ruhu, kara ve dar düşüncelerine yerleştiremeyecekler miydi?
Tereddüt ve korku Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin ruhuna çöreklenmiş ve onu acılı işkence altında kıvrandırmaktadır.
Kara günler ve boğucu ve can sıkıcı geceler böyle gelip geçmektedir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, içindeki bu kor gibi yakıcı ve kararsız sırrı
insanların aptal ve kötümser gözlerinden gizlemektedir. Derdiyle baş başa
kalarak susmuştur. Birden göğün ağır ve kapalı kapısı açıldı ve başına vahyin
sitemli ve sert nidası indi:
“İnsanlardan korkarak Allah’ın
açıklayacağı şeyi içinde gizliyorsun!”
Allah Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin gizlediği sırrı açıkladı. Şimdi insanlardan korkmak, hayalî
bir korkudur. Eski geleneklerin, çirkin ve akıldışı âdetlerin eseri olan bir
halkın beğenisinin bu konuda ne değeri olabilir?
Hem aynı kapana yakalanmış, birbirine
katlanan ve bir türlü mutsuzluktan kurtulup mutlu olamayan iki uyumsuz insanın
özgürlüklerine kavuşması, hem onun dışında birisinin yanında yaşamaya güç
yetiremeyeceği bir adamın yanında olmaktan başka bir şey istemeyen özgür bir
kadının aşktaki başarısı, hem de adamın köleliğini ve utancını hatırlatan ve
kadını mahrum edip aşağılayan bir geleneğin kaldırılması söz konusudur.
Bütün bunlara rağmen, halkın gözünde
gelini olarak görülen, evlatlığının eski karısıyla evlenmek, kanuna uygun bile
olsa çok zor bir iştir. Öyle bir toplumda böyle bir işi kim yapabilir?
Kim ilk adımı atarak bu eski geleneği
ayaklar altına almaya cüret edebilir?
Allah, böyle zor bir sorumluluğu yerine
getirmesi için kendi peygamberini seçti.
“Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de
kendisine iyilik ettiğin kimseye; eşini yanında tut, Allah’tan kork, diyordun.
Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa
asıl korkulmaya layık olan Allah’tır. Hz. Zeyd o kadından ilişiğini kesince
biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde
müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir. ” (33/Ahzab Suresi 37)
Siyer, hadis ve tefsir kitaplarındaki
rivayetleri inceledikten sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve Hz.
Zeyneb’in öyküsüyle ilgili olarak taassup, önyargı ve yükümlülükten uzak olan
bir zihinde oluşan tasavvur bundan ibarettir.
Burada insan, yine de merakla şunu
sormadan edemiyor:
Acaba Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem gerçekten âşık mı olmuştur?
Acaba Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin o gün Hz. Zeyneb ile göz göze gelerek ve ondaki görünmez aşk çizgisini
okuyarak gönlünün ansızın ona doğru aktığına ve “Ey kalpleri çeviren
Allah’ım, seni tenzih ederim.” dediğine inanılabilir mi?
Acaba o gün Hz. Zeyd’in evine
gittiğinde, Hz. Zeyneb’le tesadüfen karşılaştığı ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin onun saçını, başını ve uzun boylu vücudunu görüp güzelliğine
kapıldığı doğru mudur?
Acaba gerçekten Hz. Zeyd, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb’e gönlünü kaptırdığını anlamış da onun
aşkı yüzünden eşinin sevgisizliğini bahane ederek Hz. Zeyneb’i Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem için mi boşamıştır?
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Hz. Zeyd ve Hz. Zeyneb’in kalplerinin gizli köşelerinde, ruhlarının
derinliklerinde geçen bu sorulara kim cevap verebilir?
Biz bunların çağında yaşasaydık,
Medine’de kapı komşusu olsaydık bu konudaki konuşmamız Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemle ilgili duygu, sezgi, zevk ve inanç şeklimize dayanırdı.
Dahası, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbindeki aşkın ne ve nasıl
olduğunu kim bilebilir?
İnsanı düşünmeye zorlayan, bu olayı
kendi karanlığı içine gömen tarihin kapalı hisarına bir pencere açan şey,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatı ve bu öyküyle ilgisiz olarak
sahip olduğumuz dağınık bilgilerdir. Biz bunların arasından hisarın içine bakabilir,
kendi duygu ve anlayışımızın yardımıyla onu ortaya çıkarabiliriz.
Örtünme hükmü bu olayın vukuundan sonra
(5.yıl, Hendek savaşından sonra) konuldu. Bu sıralarda her erkek, şehirdeki kadınların
saçı, başı ve vücut yapısından haberdar idi.[12]
Hz. Zeyneb, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin halasının kızıdır. Çocukluktan beri onun gözleri önündeydi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizzat kendisi Hz. Zeyneb’i Hz. Zeyd
için seçti. O da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ısrarı üzerine Hz.
Zeyd’le evlenmeyi kabul etti. Eğer Hz. Zeyneb’e gönül vermiş olsaydı, kız
iken, daha güzel ve çekici olduğu bir dönemde rahatlıkla onunla evlenmeyi
düşünebilirdi. Bunca tantana, baş ağrısı ve rahatsızlığa gerek kalmazdı.
Hz. Zeyd’in eşinin sevgisizliğinden
şikâyeti sıra dışı kabul edilen yeni bir mesele değildir. Bildiğimiz gibi Hz.
Zeyneb ve ailesi bu işe başından beri karşı idi. Hatta Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin ısrarı bile Hz. Zeyneb’i kabule ikna edemedi. Mecburen
vahyin zorlamasıyla böyle bir maslahat evliliğini kabul etti.
Hz. Zeyneb, evlendikten sonra da
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile olan yakın temasını sürdürdü. Çünkü
onun yakın akrabası olmasının yanında aynı zamanda evlatlığının karısı idi. Hz.
Zeyd, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aile üyelerinden biri olduğu
için, eşi de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gelini sayılıyordu.
Acaba Hz. Zeyd’in gözünde hem
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hem de babalık olan, bu evliliğe öncülük
eden ve Hz. Zeyneb’i gelini olarak gören Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin bu tutumu, Hz. Zeyd’in üzerinde istenmeyen bir etki bırakmış mıdır?
Özellikle Hz. Zeyd’in oğlu genç
Üsame’nin gözünde küçük düşmez miydi?
Kuşkusuz böyle bir davranış en azından
bu ikisi tarafından nefretle karşılanırdı. Ancak Hz. Zeyd ve Üsame’nin,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan tutkusu, imanı, aşkı ve saygısı
ömürlerinin sonuna kadar devam etmiş ve bu yönde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin hayatını okuyanları pek hayrete sokmuştur.
Hz. Zeyneb’in öyküsü, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Aişe’ye karşı ilgisinin dilden dile dolaştığı
bir zamanda meydana gelmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz.
Zeyneb ile Hz. Zeyd’in ayrılması, kendisinin korkusu, üzüntüsü, Hz. Zeyneb’in boşanması
ve kendisiyle evlenmesi zamanında bile “Hümeyra”sına olan aşkını unutmamıştır.
Hz. Aişe de zaten bu gelişmeyi kendi duygusuna karşı bir olay olarak
görmemiştir. Biz, uyanık, hassas, kıskanç ve atılgan Hz. Aişe’yi tanıdığımız
için, o nasıl olur da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin başka bir
kadına gönül vermesi karşısında sessiz kalırdı diye düşünüyoruz?
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin İbrahim dolayısıyla karısı Mariye’ye gösterdiği en ufak bir ilgiye
dahi tahammül etmeyen, kıyameti koparan, rezillik çıkaran ve kıskançlıktan
dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi aşağılayacak kadar vahşileşen
Hz. Aişe, nasıl olur da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin başka bir
kadına, hem de toplum ayıpladığı halde evlatlığının karısına bir anda delice
âşık olmasına karşı çıkmaz ve en küçük bir tepki göstermez? Yoksa Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ile halakızının aşk macerasının inceliklerini, hatta Hz. Zeyneb’in
geceliğinin özelliklerini ve Hz. Zeyd’in evinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin Hz. Zeyneb ile baş başa aşk korkusundan dile getirdiği kelimeyi Dozy,
Conde ve diğer Avrupalı papazlar ve oryantalistler biliyorlardı da
Peygamberin hiçbir eşi bilmiyor, hatta Hz. Aişe bile kokusunu almıyor muydu?
Gençlik ve olgunluk yıllan boyunca
aşkla tanışmamış olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şimdi 60 yaşma
yaklaşmışken halakızının bir bakışıyla yıldırım aşkına tutulması hayret
edilecek bir şeydir.
Bir araştırmacıyı şiddetle bir
tereddüde düşüren, onda bu hikâyenin temelden yalan ve uydurma olduğu ve
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Zeyneb’le evlenmesinin diğer
evlilikleri gibi, hatta onlardan bile ileri derecede maslahat gereği olduğu ve
inancına bağlılıktan kaynaklandığı düşüncesini kuvvetlendiren şey, bu aşk evliliğinden
sonra en renksiz aşk belirtisinin ve ilişkilerinde bir sevginin görünmemesidir.
HZ. ZEYNEB, RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN EVİNE AYAK BASTIĞINDA
DİĞER KADINLARIN SAFINA GİRER VE HZ. AİŞE’NİN PARLAYIŞI KARŞISINDA SİLİNİR.
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN HAYATINDA HAFSA VE ÜMMÜ SELEME
ADLARI, HZ. ZEYNEB’TEN DAHA ÇOK ANILIR.
Kendimizi Hz. Aişe’nin, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Zeyneb arasındaki tantanalı ve yakıcı
aşktan -göğün haberdar olmasına ve Cebrail'in müdahalesini gerekli kılmasına
rağmen- haberdar olmadığına inandırabilsek bile, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin kendisine olan kuvvetli aşk bağı sebebiyle evlatlığının evinden
çıkacak olan bir kadına kendi evinde sevgi besleyip de bunu Hz. Aişe’nin fark
etmemesini ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Humeyra’sına karşı duygu
ve davranışının değişip de onun bunu hissetmemesini kabul edemeyiz.
Bana göre, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin kalbinin gizli derinliklerindeki en zayıf sevgi rengini ve en ufak
aşk dalgasını yansıtan ve onu yüzlerce kat büyütüp netleştiren en duyarlı
mercek, Hz. Aişe’nin kalbidir. Ama Hz. Aişe bu konuda sessizdir. Sanki
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle Hz. Zeyneb’in öyküsü, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemle Hümeyra’nın öyküsüne hiç mi hiç benzememektedir.
Benim araştırmanın başında söylediğim
gibi, ne Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi bu ithamdan temize çıkarmak
gibi bir sorumluluğum, ne de onun aşk durumunu bilme konusunda bir taassubum
vardır. Araştırmalarım ve düşüncelerim sonunda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ile Hz. Zeyneb’in öyküsünün, hakikat uğrunda kendi itibarından bile vazgeçen
bir liderin ruhunun en hayret verici tecellisidir. Kendi canını toplumu ve
inançları uğrunda özgürce feda ettiği halde karşılığında ödül olarak şöhret ve
iftihar kazanan birçok lider vardır. İmanı ve halkı yolunda şan ve şereften de
vazgeçmek, kısa cambazlık çatısından öteye gidemeyen insanların göremeyeceği
ihlas, cömertlik ve fedakârlık zirvesidir.
ÇOK EŞLİLİK
Daha önce belirttiğim gibi tarih,
birçok insanı meselenin anlamını değiştirir. Ahlakî ve sosyal meseleler de
kelimeler ile aynı kaderi paylaşırlar. Kelimelerin ruhu, manası ve telaffuzu
iki faktörün etkisiyle değişir: Biri zaman, diğeri çevredir.
“Şuh”, bedenin çirkinliği anlamına
geliyordu. Fakat şimdi incelik açısından en şairane kelimelerimizin bile
tasvir edemediği güzel gözün en zarif halini ve sevgilinin saçının başının en
tatlı biçimini anlatmaktadır.
“Bereket” kelimesi de böyledir. Develerin
yattığı yerdeki toprak ve çerçöple karışmış dışkı ve idrarlara diyorlardı. Ama
bugün insan aklının ve idrakinin kavrayamadığı manaları ifade etmektedir.
Çünkü bereket, Allah’ın inayet gözünün eseri, hatta Allah’ın sıfatıdır!
KELİMELER CANLI YARATIKLARDIR; DOĞAR VE
ÖLÜRLER. Çocuklukları,
gençlikleri, olgunlukları, ihtiyarlıkları, yalnızlıkları ve kayboluşları söz
konusudur. Dildeki bu önemli kuralı bilmeyen ve kelimelerin ruhu, manası
ve lafzındaki değişim, dönüşüm ve devrimden dolayı feryat eden yarım
edebiyatçılarımız, “Bu kelimelerin doğru telaffuzu şudur, onların asıl
manası budur, bunlar meşhur yanlışlardır, bunlara savaş açmak gerekir.”
gibi beylik cümlelerle ahkâm kesmektedirler. Toplumun dilinin canlı, hareketli
ve değişken kelimelerden oluştuğunu; kelimelerin Beyhakî, Firdevsî, Nasrullah
Münşî dönemlerindeki kalıp, ilişki, davranış, ruh ve psikoloji içinde tutulamayacağını
bilmiyorlar.
Birçok İnsanî mesele ve sosyal ahlak da
böyledir. Onlara, her dönemde kendilerine özgü ayrı mana, ruh, işlev ve sıfat
yüklenir. Hatta çelişki yaratacak bir değişime uğrarlar. Çok eşlilik, bu meselelerden
biridir. Geçmişte, kabilevî, bedevi ya da ataerkil olan, burjuvacı ve karmaşık
kentsel topluluğun medeniyetine ve tek eşlilik merhalesine ulaşmamış bulunan
bir toplumdaki çok eşliliği şimdiki zamanın şartlan, günümüz Avrupa medenî
toplumundaki şartlar açısından incelersek kuşkusuz onu reddedeceğiz ve
geçersiz ve kınamaya değer bir olay olarak niteleyeceğiz. Fakat böyle bir
metot, propaganda, gürültü ve yuhalamaya yarayacağı gibi, ilim ve araştırma
açısından çok zararlıdır. Araştırmacının gerçeklerin inceliklerini görmesini
engeller.
Aslında geçmişte sadece çok eşlilik
değil, evlilik bile günümüzdeki manada anlaşılmıyordu. Ona aşk ve heves gözüyle
bakıldığı çok nadirdi. Daha çok, toplumsal bir tören, yeni bir bağ, yeni bir
anlaşma olarak görülüyordu. Siyasî, sosyal ve ekonomik etkenler, aşk ve heves
etkenlerinden daha baskındı. Eski Yunan, gelişmiş bir medeniyet merhalesine
ulaşmış olmasına rağmen evliliği nesli devam ettirme vasıtası, eşi ise
çocukların annesi olarak görüyordu. Heveslerini daima evin dışında gerçekleştiriyorlardı.
Bu çağda kadını ilke olarak sadece üretim aracı sayıyorlardı. Kadın ev
hanımıydı, zevk almak için değildi. Kocalar genellikle oğlanlarla
eğlenirlerdi.
Bu meseleyi yalnızca dinî hikâyelerde
(Lut kavmi) ya da edebî eserlerimizde (gazel şiirlerimiz) okumuyoruz; aynı
zamanda SOKRAT gibi adamların özel hayatında da görüyoruz. Onun Yunanistan’ın
büyük millî ve askerî şahsiyetlerinden biri olan öğrencisi Alekbiyades’le
ilişkisi toplumda öylesine normal kabul ediliyordu ki bu tür ilişkilerini
açıkça itiraf ediyorlardı. Hatta Alekbiyades Sokrat’ın soğukluğundan şikâyet
ediyor; o da bunu “Artık senin zamanın geçti.” diyerek gerekçelendiriyordu.[13]
Fars edebiyatında dinin ve dünyanın
ıslahatçısı, ahlak öğretmeni, irfan rehberi, din adamı ve ahlak kitabı yazarı
olan Şeyh Sâdî, ahlak ve terbiye eserinde kendisinin veya Hemedan kadısının,
bir kasap ya da nalcı oğlanla baş başa kaldığından söz ediyor. Onun gibi
meşhur bir İlmî, dinî ve edebî şahsiyetin, Kaşgar camisine vardığında,
talebelerden birine işaret edip bir köşede öpüşmeye geçiyor. Davudî boğazı
değişmiş ve Yusufî güzelliği diline ve elmacık kemiğine düşmüş olan eski şahidini
görünce boynu bükülür, güzel pazarının parlaklığı söner, yanında yer almak
istediği kişi bir kenara çekilir ve baş başa kalma ümidini kaybeder.[14]
Bir ahlak kitabı olan ve içinde babanın
oğluna verdiği öğütler bulunan “Kabusname”de evlada şöyle rehberlik eder
ve nasihatte bulunur: “Kadınlar ve erkek köleler arasında sadece bir cinse
eğilim gösterme. Her ikisinden de yararlan ki ikisinden birinin düşmanlığını
kazanmış olmayasın.”[15]
Bütün milletlerin tarih ve edebiyatında
görülebilen bu örneklerden geçmişteki evlilik anlayışının bizim için ne kadar
şaşırtıcı ve inanılmaz olduğu açıklığa kavuşur. Bunlar, bizim bugünkü
zihnimizi, geçmişte farklı bir mana ve ruha sahip olan gerçeği anlamaya hazırlar.
Bu mesele, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatındaki çok eşliliktir.
Acaba gerçekten Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir “Don Juan”
mıydı? Bir erkeği çapkın göstermeye çalışanlar, doğal olarak onun gençliğini
araştırırlar. Çünkü heves ve şehvet devamlı gençlerin yakasına yapışır. Fakat
tarih, onun eşleriyle yaptığı şakaları ve hayatındaki en küçük olayları
kaydettiği halde, genç Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin simasında en
ufak bir heves dalgasına rastlamamıştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, 25 yaşına kadar yoksulluk, bakımsızlık, çile ve çobanlıktan başka bir
durumla karşılaşmamıştır. Onun gençliğin doruk noktasında iken tanıştığı
ve evlendiği ilk kadın Hatice’dir. O, 40 ya da bir rivayete göre 45 yaşında
bir kadındır. Daha önce iki defa evlenmişti, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem yaşında büyük evlatları vardı. İşte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem, gençliğini ve olgunluk dönemini onunla geçiriyor; yirmi sekiz yıl
boyunca onunla yaşıyor; başka hiçbir kadınla ilişki kurmuyor.
Burada unutulmaması gereken şey, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sıralarda tıpkı diğer Kureyş gençleri gibi
genç olmasıdır. Ne sosyal makamı, ne ahlakî engelleri, ne ağır siyasî ve
askerî sorumlulukları, ne önemli risâlet görevi ne de sonraları herkesin hücum
ettiği yaşlılığı onu bağlıyor ve hevese yabancılaştırıyordu. İlginç olan
şudur ki peygamberimiz, sıradan ve sorumsuz bir gençtir. O, 50 yaşına kadar 45,
50, 60, 70 yaşındaki bir dul kadınla baş başa kalıyor ve bu süre zarfında bir
defa bile olsun başka bir kadın düşünmüyor.
EN YOBAZ VE TUTUCU HIRİSTİYAN
MİSYONERLER BİLE RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN MEKKE DÖNEMİNİ BU
SUÇLAMADAN UZAK TUTUYOR. Nasıl oluyor da böyle bir adam Medine’ye varır
varmaz 53 yaşında, İlahî peygamberlik makamına sahip, ağır siyasî ve askerî
sorumluluklar üstlenmiş ve düşüncesi, ruhu, hayatı ve özellikle sosyal ve ahlakî
konumu ile insanlara dini, takvayı ve zühdü ilham eden bir ihtiyar iken onda
birden şehvet ateşi tutuşuyor ve onu lezzet, zevk ve şehvet düşkünü
yapabiliyor.
Don Juan da bilindiği gibi, gençliğini geride
bırakınca kadınları unuttu. Zahit ve ahlaklı bir adam oldu. Nasıl olur da 25
ile 50 yaşları arasındaki bir Arap genci, 45, 50, 73 yaşındaki bir dul kadınla
yetinir de nübüvvet makamına ulaşıp savaş ve siyaset alanına girdiği zaman bir
Don Juan oluverir?
Misyonerlerin onunla ilgili olarak
eleştiri yaptıkları ve gürültü kopardıktan nokta, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin Medine’deki hayatının birden fazla kadınla evlilik dolayısıyla
değişikliğe uğramasıdır.
Onlar genelde, şehveti tatmin eden
unsurun kadın sayısı değil, kadının güzelliği olduğunu unutmaktadırlar. Çapkın
erkek, dul, yaşlı ve çocuklu kadınların değil, güzel, işveli ve canlı kızların
peşine düşer. Hele Hz. Ömer’in kızı gibi çok çirkin olan ya da güzel olsalar
da önceki koca veya kocalarının evinde cazibelerini kaybetmiş, bakireliğin
yeşil çizgisi ve hevesli gençlik işvesi yerine ihtiyarlığın kınşıklığı,
olgunluğun soğukluğu ve soyluluğun ağırbaşlılığı oturmuş olan kadınlara değil!
Ne mutlu ki Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin harem sarayının haremağası tarihtir. O, Peygamberin
hanımlarını tek tek tanıyor; bu eve niçin geldiklerini, nasıl yaşadıklarını
biliyor. Kuşkusuz o, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin eşlerini Avrupalı
oryantalistlerden ve papazlardan daha iyi tanıyor:
HZ. AİŞE
Hz. Hatice 73 yaşındayken Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşı 50’yi geçiyordu. Mekke’deki zor ve perişan
hayatının zirvesindeydi. Dostlarının birçoğu Habeşistan’da yaşıyordu. O, az
sayıdaki arkadaşıyla düşman bir şehrin pençesinde esir bulunuyordu. Onun en güçlü
ve şefkatli koruyucusu Hz. Ebû Tâlib de bu sıralarda vefat etmişti. Tek başına
kalmıştı. Dışarıda nefret ve işkence; içeride küçük Fatıma ve annesinin çileli
hatırası vardı. Durumuna acıyıp onu bir kadınla evlenmeye zorladılar. Fakat
ömrünün sonuna kadar unutamadığı Hatice’nin aşkı ve çileli ve tehlikeli siyasî
hayatı onu öylesine meşgul etmişti ki aklında hiçbir kadına yer vermiyordu.
Hz. Ebubekir’in kızı Hz. Aişe, İslam devrinde doğan ilk kız idi. Bu özellik,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yakınlarını ve bazı dostlarını, İslam
döneminde ilk doğan ve hiçbir cahiliye izi taşımayan bir kadının Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme eş olarak seçilmesi düşüncesine kaptırdı. Böyle bir
işin inceliğini ve güzelliğini sadece duygu anlar. Yeni bahçede yetişen ilk
çiçek veya meyve, bahçıvana bu yeni çiçeğin veya meyvenin ondan olduğunu ve ona
layık olduğunu hatırlatır.
Çok ince duygulu ve kalbi Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme iman ve sevgisiyle dolu olan Hz. Ebubekir, ona bir
teklifte bulunur. Fakat Hz. Aişe yedi yaşında bir kız çocuğu; Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ise elli küsur yaşında, evde Fatıma gibi anaya muhtaç bir
kızı, dışarıda Ebucehil ve Ebulehep gibi düşmanları bulunan ve ayrıca acı,
kargaşa, tehlike ve çile dolu bir hayatı olan, dertlerini paylaşacak birine
ihtiyaç duyan bir erkektir. Bu nedenle Hz. Ebubekir’in yedi yaşındaki kızı,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme eş olabilecek biri değildir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, onun İslam’da doğmuş ilk kız olması sebebiyle hem
dünyanın ilk Müslüman neslinin meyvesi kendisine ait olsun, hem de aynı
düşünceyi paylaştığı dostu Hz. Ebubekir’le akraba olsun diye Hz. Aişe’yle
nişanlanıyor. Çünkü o dönem ve ortamda akrabalık bağı, iki insan arasındaki en
sağlam bağdı. Bunu ancak bedevi ve kabile sosyolojisini bilenler anlar.
Hz. Aişe, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin evine gelen ilk kızdır. Güzelliği ve gençliği Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem üzerinde etkili olan tek kadındır. Ama Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin onunla evlenmesinin sebebi bu güzellik değildir.
Çünkü 6 veya 7 yaşındaki bir çocuğun güzelliği, elli yaşını aşmış bir erkek
üzerinde etkili olamaz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin Hz. Aişe’yle evliliği, akıllıca bir maslahatla iç içe geçmiş sembolik
bir evliliktir. Burada
aşktan ve şehvetten söz etmek yersizdir. Hz. Aişe Mekke’de Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin evine gitmiyor. Onunla iki yıl sonra Medine’de
evleniyor. Bilinmesi gereken şey şudur ki çağdaş Mısırlı yazar Hasaneyn
Heykel’in dediği gibi, Hz. Aişe’ye karşı sevgisi evlilikten sonra doğdu.
Evlendiği sırada böyle bir sevgi yoktu. Bundan dolayı onun Hz. Aişe ile aşkı
uğruna evlendiği ileri sürülemez. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin onu
yedi yaşındayken sevdiğine inanmak mümkün değildir.[16] Bu nedenle güzel ve genç
bir kızla evlenmesi ve onu sevmiş olması bile bunun bir aşk evliliği olduğunu
göstermez. Şimdi diğer hanımlarıyla evlilik serüvenine geçelim.
HZ. SEVDE
Zema’nın kızı, amcaoğlu Sukran bin
Amr’ın eşiydi. Şevde, İslam’ın kara ve dehşet verici bir ortamla karşı
karşıya olduğu bir zamanda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme iman etti.
O, düşüncesi yolunda birçok çile çekti. Peygamberin emri üzerine kocasıyla
birlikte Habeşistan’a hicret etti. Dönüşte eşini kaybetti ve savunmasız kaldı.
Bu olaydan sonra onu talihsiz kaderinden başka bir son beklemiyordu. Çünkü ya
ailesine dönüp dini düşüncelerini ayaklar altına alacak, ailesinin etkisiyle
yeni din uğrundaki fedakârlıkları unutup onlara teslim olacak, putperestlik ve
irticaî hayatı canlandıracak ya da kendisiyle ve yitirdiği eşiyle aynı konumda
olmayan bir erkekle evlenecekti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendi
yolu uğrunda birçok çilelere katlanan, ancak şimdi hayatı dağılan bu yiğit ve
şerefli temiz kadını kendi himayesi altına alıyor. Onunla evlenerek onu
Hatice’nin halifesi ve Peygamberin eşi yapıyor.
HZ. ÜMMÜ SELEME (Hind)
Ebu Ümeyye’nin kızıdır. Eşi Ebuseleme
(Abdullah Mahzumî)
Uhud’da yaralanan büyük bir mücahittir.
O, sonraları Esedoğulları ile yaptığı savaşta zafer elde edip geri döndüğünde
yarası açıldı ve hayatını kaybetti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, fedakâr
dostunun ölümünde yanında idi. Onun için dua etti. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, onun ölümünden dolayı öylesine üzülmüştü ki çok ağlıyor ve
gözünden yaşlar akıyordu. Onun eşi Ümmü Seleme ihtiyar bir kadındı. Şehit
eşinden, küçük ve büyük evlatları kalmıştı.
Ebu Seleme’nin ölümünden dört ay
geçmişti. Ümmü Seleme sevgili ve yiğit eşini yitirmesinden duyduğu üzüntüyle,
babasız ve korumasız evlatlarıyla kederli, ümitsiz ve dertli bir hayat
sürdürüyordu. Müslümanların büyükleri şehit kardeşlerinin ailesinin üzüntüsü
karşısında sorumluluk duyuyorlardı. Bu nedenle Hz. Ebubekir onu istemeye
gittiğinde Ümmü Seleme özür dileyip şöyle dedi:
“Evlatlarım çoktur. Gençliğimi geride
bırakmışım.”
Hz. Ömer evlenme teklifinde
bulunduğunda da kabul etmeyip aynı cevabı tekrarladı. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem onu kendisi için istemeye gidip şöyle dedi:
“Allah’tan sevaplarına karşılık seni
mükâfatlandırmasını, sana daha iyisini bağışlamasını iste.” Hz.Ümmü Seleme dertlice şöyle dedi:
“Benim için Ebu Seleme’den daha iyisi
kimdir?” Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem kendi adını söyledi. Fakat o, Hz. Ebubekir’e ve Hz.
Ömer’e verdiği cevabı tekrarladı. Ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
ısrar etti ve tekrar tekrar ona evlenme teklifinde bulundu. Nihayet onun büyük
evladı “Seleme” annesini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
nikâhladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, şehit dostunun eşini ve
çocuklarını kendi himayesi altına aldı. Ona hep değer veriyor ve saygı
gösteriyordu. O, Hatice’den sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında,
Hatice’nin makamını andıracak bir konuma sahip olabilecek tek kadındı. Çünkü sadece
ahlakî şahsiyeti, akıllılığı ve kabiliyetiyle değil, aynı zamanda tutum ve
davranışlarıyla da ona benziyordu.
HZ. ÜMMÜ HABİBE (Remle)
Ebu Süfyan’ın kızıdır. O, büyük bir
fedakârlıkta bulunup Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Ebu Süfyan’ın
Mekke’deki mücadelesinin zirvesinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
inandı. Eşi Ubeydullah bin Cahş ile birlikte Habeşistan’a hicret etti. Orada
kocası ortamın etkisi altında kalarak Hıristiyan oldu. Fakat Remle kendi
dinini korudu. Eşi onu yabancı bir ülkede garip ve yalnız bıraktı. O ne
Habeşistan’da savunmasız kalabilir ne de Mekke’ye dönebilirdi. Ebu Süfyan da
ona sığınma hakkı tanısaydı, düşüncesini bırakma şartıyla karşılaşırdı. O da
böyle bir alçakça dönüşü kabul etmezdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
bu fedakârlığını mükâfatlandırmak, kendi yolu uğrunda mutsuzluğun tehdidi altında
bulunan şerefli bir kadını mutlu etmek, hem de kendisiyle mücadelenin doruk
noktasında olduğu halde Ebu Süfyan’ın kızını “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin eşi” yapmak için (çok anlamlı bir olaydı) ona evlenme teklif
etti. Bu evlenme teklifi gördüğümüz gibi çok saygınlıkla gerçekleşti. Habeşistan’ın
padişahı “Necaşi”, bizzat kendisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi temsilen onu nikahladı ve mehrini ödedi.
HZ. CÜVEYRİYE
Mustalikogulları kabilesi başkanı
Haris’in kızıdır. O, savaşta Sabit bin Kays’ın payı olmuştu. Cüveyriye,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelerek şöyle dedi:
“Sabit beni serbest bırakma
karşılığında yüksek miktarda bir para istiyor. Benim böyle bir param yoktur. Bana
fidyemi ödemem için yardım et.” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
dedi ki:
“Acaba daha iyisini ister misin?” O da
“O nedir?” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem
“Hürriyet bedelini ödeyerek seninle
evlenmek.” [17] dedi. O da kabul etti.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onun fidyesini ödeyerek özgürleştirdi ve
onu nikâhladı. Böyle bir tavırla hem Mustalikoğulları halkının, özellikle
kabile reisinin gönlündeki kinin kaybolup sevginin yerleşmesini sağladı, hem
de Müslümanları esirlerini bırakmaya teşvik etmiş oldu. Çünkü Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemle Cüveyriye’nin evliliği sonucu, Mustalikoğulları
esirleri düşman değil, onun dostu oluyorlardı ve hiçbir Müslümana Peygamberin
akrabalarını esir etmek yakışmazdı.
Esirler serbest bırakıldı. Hepsi
Müslüman oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tehlikeli düşmanı Mustalikoğulları
taifesi onunla akraba oldu.
Kabile başkanı, kızıyla görüşerek ya
kendisiyle gelmesini ya da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle kalmasını
istedi. O İkincisini seçti. Cüveyriye daha önce amcasının oğlu Abdullah’ın
eşiydi.
HZ .SAFİYE
Kureyzaoğulları başkanının kızıdır.
Savaşta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin payı oldu. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem onu, ailesinin yanma gitmek veya kendisiyle
evlenmek konusunda serbest bıraktı. O İkincisini seçti.
HZ. MEYMUNE
Hz. Abbas bin Abdulmuttalip’in eşi Ümmü
Fazl’ın bacısıdır. Hudeybiye barışından bir yıl sonra Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, kaza umresi için Mekke’ye gitmişti. Antlaşma gereği sadece
üç gün ikamet hakkına sahipti. Bu üç gün içinde halkın gönlünü almaya çalışıyordu.
Sevgi göstererek, iyilik ederek, yumuşak ve dostça tavırlar takınarak küfrün
elebaşlarının etkisiyle ruhlarında oluşan kin ve sertlik taassubunu
hafifletmek, onların rızasını kazanarak Mekke’de daha fazla kalmayı başarmak
için çalışıyordu. Böylece halkla ilişki kurma fırsatını elde etmek istiyordu.
Bu arada henüz müşrikler safında olan Hz. Abbas, Meymune’yi ona tanıtıyor ve
Müslümanların davranışlarından etkilenerek İslam’a eğilimli olduğunu söylüyor.
Meymune onun baldızı, Uhud fatihi ve ünlü Arap kahramanı Halit bin Velid’in
teyzesiydi. Ayrıca Peygamberle bu üç günlük görüşme esnasında onun bakış,
tutum ve ruhsal şahsiyetinin cazibesi Meymune’yi öyle etkiledi ki ateşli aşkı
göğü kapladı; vahiy de onun saf duygusunu övdü. Baldızına eş seçme yetkisini
karısından devralan Hz. Abbas, onu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
önerdi. Meymune’nin İslam’a eğilimi, Uhud savaşının kaderini kendi kılıcıyla
tayin eden, Müslümanların yenilgisini, Kureyş’in zaferini sağlayan Halit ile akrabalığı,
onun Kureyş’in etkin ailelerinden oluşu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin bu öneriyi kabul etmesinin önemli gerekçeleri arasındadır. Özellikle
böyle bir hareketle başka bir propaganda zemini oluşturmak istiyordu; yani
ikametinin son gününde düğün törenleri düzenleyerek, Kureyş’i topluca davet
ederek onlara yemek ziyafeti çekmek istiyordu. Meymune’nin Müslüman oluşu
açığa çıkmadığı, hâlâ onların safında bulunduğu için Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin onunla evlenmesi, onun hayrına olurdu. Özellikle Müslümanlarla
müşriklerin bu törene katılarak Bedir ve Uhud’da birbirine karşı kılıç çeken
kimselerin bir sofra etrafında toplanmasının Arapları duygulandıracağını,
soğuk siyasî ortamı ısıtacağını, uzaklık ve yabancılaşmayı hafifleteceğini,
şehirde kalmak için bir bahane elde edeceğini düşlemişti. Bu imkânlar, tebliğ
ve ruhsal zemini hazırlamayla birlikte kendi lehine bazı gelişmelere de sebep
olabilir ve Hudeybiye barışındakilerden daha çok şeyler kazandırabilirdi.
Kureyş’in uyanık başkanları da bu
planın farkındaydı. Bu nedenle onun önerisi kesinlikle ret edildi. Düğün
merasimini Medine’ye dönüş yolunda yerine getirmeye mecbur oldu. Ancak yine de
bu evlilik Kureyş’in bazı ileri gelenleriyle akraba olmasını sağladı. Onların
ruhsal yapısında az da olsa etkili oldu. Nitekim bu olaydan kısa bir süre
sonra, Halit’in, Amr bin As ve Osman bin Talha ile birlikte Medine yolunu
tuttuğuna şahit oluyoruz.
HZ. HAFSA
Hz. Ömer’in kızıdır. Kocası ölmüştür.
Hz. Ömer’in kızı olmasına rağmen kimse onu istemeye gitmedi. Nihayet Hz. Ömer,
çaba harcayarak ilk önce dostluğu ümidiyle Hz. Ebubekir’e önerdi. Fakat Hz.
Ebubekir sustu. Hz. Osman’a gitti, ona öneride bulundu, Hz. Osman da sustu.
Hz. Ömer iki dostunun suskun kalmasından dolayı üzülüp Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme giderek onları kınadı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
onu teselli etmek için şöyle dedi:
“Hafsa’yı, kendisi için Osman ve Hz.
Ebubekir’den daha iyi olan birine nikâhla.” Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali ile yaptığı gibi İslam’ın çok etkin ve
etkili şahsiyetlerinden biri olan Hz. Ömer ile de akrabalık bağı kurarak
ilişkisini daha yakın ve sağlam hale getirdi.
Hz. Ömer’in çabası, Hz. Ebubekir ile
Hz. Osman’ın sükutu, Hafsa’nın güzelliği hakkında kanaat edinmek için yeterli
bir delildir. Ancak, gelinin babasının sözünü duymak daha iyidir. Hıristiyan propagandacıların
deyişiyle, kadının güzelliğinden anlayan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin iktidarın zirvesinde iken seçtiği kadını tanıyalım:
Hz. Ömer, Hafsa’nın güzel ve genç Hz.
Aişe’yle birlikte ona uyarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi azarlamaya
kalkıştığını duyunca çok sinirlenip şöyle haykırdı: “Kızım, sen, kendi
güzelliğine ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine karşı aşkına
güvenen bu kadına (Hz. Aişe) uyma. Allah’a ant olsun, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin seni sevmediğini biliyorum. O seni benim hatırım için
boşamamaktadır.”
HZ. ZEYNEB
Huzeyme’nin kızı, Ubeyde bin Haris’in
eşiydi. Haris, Bedir’de şehit düştüğünde Hz. Zeyneb çok yaşlı ve dul bir
kadındı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ömrünün son zamanlarını yaşayan
bu kadınla evlendi. Zira şehit bir mücahidin eşininin yaşlılık döneminde
yalnız ve savunmasız kalmasını istemiyordu. Bu kadın iki yıldan fazla yaşamadı.
Hatice hariç Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden önce ölen ilk kadındır.
Hz. Zeyneb çok takvalı, saygıdeğer ve hayırsever bir kadındı. Hayatını
yetimleri okşamaya, yoksulları kollamaya adamıştı. Bu hususta öylesine ileri
gitmişti ki onu “Ümmü Mesakin” (yoksulların anası) diye
adlandırmışlardı.
İŞTE PEYGAMBERİN HAREMİNİN KADINLARI!
BU KONUNUN SONUNDA BİRKAÇ NOKTAYI HATIRLATMAKTA FAYDA VARDIR. ÇOK EŞLİLİK HÜKMÜ
HİCRİ 8. YILDA İNDİRİLDİ. DOĞAL OLARAK HİÇBİR AKIL SAHİBİ, RASÛLÜLLAH
SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN BU HÜKÜMDEN SONRA EŞLERİNİN DÖRDÜNÜ SAKLAYIP DİĞERİNİ
BOŞAMASI GEREKTİĞİNE HÜKMEDEMEZ.
Genellikle gözden uzak tutulan diğer
bir nokta, İslam’ın çok eşliliği emretmemiş olmasıdır. İslam‘ın getirdiği hüküm eş sayısını
sınırlamadır. Bunların ikisi aynı değildir. Çok eşliliği gündeme getiren
ayetler titiz bir şekilde incelendiğinde bu olayın hem felsefesi hem de
şartlan açıklığa kavuşur. Kur’an insanlara ilk önce, kadınlar arasında
adaletli davranmayı emrediyor. “Hiçbir zaman adaletli davranamayacağını
için biriyle yetinin. ” diyor. [18]
Böylece dil bilen ve Kur’an’ın ruhunu
tanıyan, fakat tefsirlerin karmaşık yollarından habersiz, manayı saptıran
tekniklere yabancı, çok evlilik ve şehvette gözü olmayan herkes, bu hayret verici
ve sanatsal beyanı anlar. İleri sürülen şartların çok zor olduğunu, ferdî ya
da toplumsal bir ihtiyaç ya da ahlakî bir gereklilik olmadıkça bu şartların
göz ardı edilemeyeceğini kabul eder.
Ferdî durumlar Kur’an’ın metninden anlaşılabilir.
Bu hüküm, yetimlerin kaderini gündeme getiren ayetlerle birlikte indirilmiştir.[19] Gelişmiş sosyal kurumlan ve
devlet sistemi olmayan geri kalmış toplumlarda himayesiz kadınların ve babasız
çocukların ne kadar utanç verici, kara ve üzücü kadere yakalanacakları
ortadadır.
Fakat ne mutlu ki toplumsal alanlarını
çağdaş nesil bizzat kendi gözüyle görmüştür. Hem de medeniyet çağında,
gelişmiş toplumlarda, ferdin ekonomik, hukukî ve ruhsal bağımsızlığa kavuştuğu
çağda, özellikle kadının kişilik kazandığı ve erkekle eşitlendiği çağda.
İkinci dünya savaşından sonra
Avrupa’da, özellikle Almanya, Avusturya ve Polonya’da milyonlarca erkeğin
imhası sonucu büyük bir bunalım yaşandı. Fesat, gerileme, ruhsal hastalıklar ve
kocasız kadınları ve babasız çocuklan zor durumda bırakan birçok problem ortaya
çıktı. Meseleler öylesine ciddi boyutlara vardı ki Avrupa toplumunun ahlakî ve
ruhsal yapısında derin ve yıkıcı etkiler bıraktı. Çok eşliliği ve özellikle
yeniden evlenmeyi yasaklayan Katolik kilisesine karşı kadınların protesto yürüyüş
ve gösteri dalgalan, hem çok eşlilik kuralını kendi şehvetleri için açılan bir
kapı olarak gören müminlere hem de onu kesinlikle insanlığa aykırı kabul eden
aydınlara bu hükmün mana ve geçerlilik alanını gösteriyordu.
1958’de Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi
FLN bütün üyelerine şu tavsiyede bulundu: Mücahitler, şehit kardeşlerinin
ailelerini düşünsünler ve bu mücadele sırasında eşlerini kaybeden kadınlarla
evlensinler ki kadınlar çaresiz ve çocuklar perişan olmasın ve bir şehit ailesi
fesat ve yoksulluğa yakalanmasın.[20]
Demek istediğim şey, ilkel
toplumlardaki çok eşlilik meselesinin günümüzde anlaşıldığı manada alınmaması
ve onun bu çağın gözüyle görülmesi gerektiğidir.
Peygamberin özel hayatıyla ilgili
bilinmesi gereken ve ruhsal ve içgüdüsel nitelik taşıyan bir başka mesele
şudur: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Medine’de hiçbir hanımından
çocuk edinemedi. Hz. Aişe hariç hepsi dul olan bu kadınların önceki
kocalarından çocukları vardı. Bu olay Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
hayatının ilginç noktalarındandır.
Peygamberin çok kadınla evliliği
meselesi hakkında doğal olarak akla gelen bir başka nokta şudur:
Şüphesiz o her erkek gibi özellikle
ömrünün ikinci döneminde bir çocuk sahibi olmak istiyordu. Sadece ömrünün son
yılında Mariye’den bir oğlu oldu. O da yaşamadı. Onun bu çocuğa olan sevgisi,
onun ölümüne dayanamaması, bir evlat sahibi olmayı çok istediğini gösteriyor. Ancak kader ona, toplumun en büyük
şahsiyetini -ki Arapların ün ve iftihar kaynağı bol evlat sahibi olmaktı-
özellikle erkek evlattan yoksun bırakıp sadece bir kız çocuğa sahip olmasına
karar vermişti. Bu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme çok acı vermekle
birlikte çok akıllıca ve güzel bir karar idi.
Gelelim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin harem sarayının niteliklerine.
Bunlar nasıldır?
Mescide bitişik, tavanı ve çatısı hurma
ağacının dal ve yapraklarıyla örtülü, dört duvarı balçıklı birkaç odadır. Haremin
sevgilisi olan Hz. Aişe’nin odası, yansı deri serili, diğer yarısı da “yumuşak
kumlarla” kaplıydı. Bu sarayın kandilleri, yakıcı hurma dallandır.
Mutfağı ve yemeği?
Ebu Hureyre diyor ki: “Ölünceye kadar
arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yemedi. Bazen evinde bir ateş bile
yakılmıyordu. Bu sürede yemeği, hurmayla suydu. Bazen açlıktan dolayı karnına
taş bağlardı.”
Ben, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin evini ve hayatını hatırladığımda gençliğini ve olgunluğunu 50’sinden
73’üne kadar onunla yaşayan dul bir kadınla, yaşlılığını Ümmü Seleme,
Huzeyme’nin kızı Hz. Zeyneb ve Hafsa gibi yaşlı ve çocuklu kadınlarla geçirdiğini
görüyorum. Evi öyleydi, yemeği de öyle. Ben, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin onlardan daha güzel kadınlara sahip olabilmesine ve daha iyi hayat
yaşayabilme imkânı olmasına rağmen böyle davranmasından dolayı üzüntümü
belirtmekten kendimi alamıyorum. Ayrıca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin şehvetperestliği ve harem sarayı hakkında yazı yazan yazarların
sözlerini okuduğumda utanmadan edemiyorum. İnsan, hatta bir yazar ne kadar
aşağılık olabilir ki onu kötülemek uğruna insanın övünç kaynağı ve tarihin sermayesi
olan gerçek bir güzel simayı böyle çirkin ve kötü göstermeye kalkışabilir!
Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir-Muhammed
Kimdir, İstanbul, Fecr Yay.
2009, s.503-537
[1] Hasan Sadr’ın “İslam’da
ve Avrupa’da Kadın” kitabı ve özellikle kadın hakları konusunda Üstad Mutahharî’nin
yazdığı derin ve belgeli makaleler. (HŞ.1346)
[2]İbni Sâd, Peygamberin ashabından olan kadınların isimlerine
bağımsız bir kitapta yer vermiştir. (Tabakat c.8)
[9] “Âyîni Sohanveri”
(Konuşma Sanatı) Furuğu. Victor Hugo, “Hitabe” ve “Külliyatının” (Oeuvres Complets)
bir kaç yerinde.
[11] 33/Ahzap Suresi 4.
[12] Aişe’den nakledildiğine göre Hendek savaşı
zamanında henüz örtünme emredilmemişti.
[13] Misafirlik, Platon.
[14] Kâbusname, s. 78.
[15] Kâbusname, s. 67.
[16] Abbas Mahmud Akkad, “Hakâüku’l-Islam ve Ebâtîlu Husume,
Beyrut, s.65.
[17] Mükatebe (Antlaşma); köleyle sahibi
arasında imzalanan, para ödemesi veya antlaşmada yer alan şartlar
gerçekleştikten sonra kölenin serbest bırakılması antlaşması.
[18] 4/Nisa Suresi 3 ve 128.
[19] 4/Nisa Suresi 3, 7, 8, 10, 12.
[20] L’Algerie par le teritet, II ve de F.L.N.
yayın organı “El Mücahid” No. 14 De- cember 1962 (Khenmişti: Terör kurbanı genç
dışişleri bakanı bu emir üzere evlenmiştir.)
| 

