|
![]() |
25 yaşındaki Peygamberimiz, 45
yaşında zengin bir kadın olan Hz. Hatice ile evlendi. Aristokrat Hz. Hatice,
dört deve karşılığında işe aldığı yoksul işçilerinden biri olan Peygamberimizi
temizliği, güvenilirliği ve ahlakî üstünlüğü nedeniyle seçmede gerçekten büyük
bir fedakârlık yapmıştı. Bu cömertliğin ödülü olarak tarih onun adını, yazıya
geçtiği en parlak sayfaların başına kaydetti. Serveti için kocasını gözden
çıkarmış olan Hz. Hatice, şimdi kocası için serveti gözden çıkarıyordu. Kader,
bu fedakârlığın mükâfatı olarak bu 45 yaşındaki kadını Hicaz’da
Peygamberimizin eşi, Hz. Zehra’nın annesi, Hz. Ali’nin hemşiresi yapıyor.
Hiçbir zaman bu fedakârlığa
karşılık bu kadar ödül, kimseye verilmemiştir.
Peygamberimizin hayatı değişiyor.
Kararit’te Mekkelilerin koyunlarını güden Hz. Ebû Tâlib’in yetimi, şimdi Hz.
Hatice’nin kocasıdır ve onun develerini idare etmektedir. Peygamberimiz,
müreffeh bir hayata başlar.
Bugünlerde Mekke’de birtakım
haberler dolaşmaktadır. Abdülmuttalip’in ölümünden sonra herkes, Mekke’nin
liderliği ve Kâbe’nin perdedarlığı iddiasında bulunmaya başlar. Haşimoğullarına
rakip çıkmıştır. Kureyş’in büyük aileleri arasında düşmanlık ve reKâbet baş
göstermiş, Mekke’yi parçalanma ve dağılmayla tehdit etmektedir. Öte yandan
Kâbe’nin saygınlığı, Kureyş’in nüfuzu ve Beytullâh sorumlularının gücü bu
perişanlık içinde gittikçe zayıflamaktadır. Bazı Yahudi ve Hıristiyanlar,
özellikle Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmı Kureyşlilerin dinine açıkça dil
uzatmaya başlamışlardır. İnsanlar arasında dinsizlik ve inanç zayıflığı
görünmeye başlamıştır. Şam, Yemen ve Hire’ye gidip gelen gruplar, yeni sözler
söylemekte, rahiplerden duyduklarını tekrarlamaktadırlar. Varaka bin
Nevfel, Osman bin Huveyris, Zeyd b. Amr ve Abdullah bin Cahş, “TANRILAR
BAYRAMI” törenlerine katılmamışlar, üstelik putlara alenen dil uzatmışlardır.
Hz. Hatice’nin amcası Varaka
bin Nevfel, Hıristiyan olur, hatta İncil’i Arapçaya tercüme eder. Karısının
yüzünden Şam’a ve Irak’a kaçan Zeyd bin Amr, Mekke’ye döndüğünde
putları resmen “güçsüz taş parçaları” diye niteler. Derler ki: Geldi,
Kâbe’nin yanında, Lât ve Uzza’nın gözleri hizasına durdu ve yüksek sesle
“Allahım! Hangi yolu sevdiğini
bilsem sana o şekilde ibadet ederim; ama bilmiyorum.” demiştir.
Hz. Hatice’nin akrabası olan Osman
bin Huveyris, Kostantiniye’ye gidip Hıristiyan olmuştur. Roma kayseri, onu Mısır kanalıyla Mekke’nin
yöneticisi yapmak ve böylece Mekke’yi imparatorluğa bağlamak istemiştir. Halk
onu Mekke’den çıkardıktan sonra o, Gassanîlere sığınmış ve onların desteğiyle
Mekke’nin ticaret yolunu kesmek istemiştir. Fakat daha sonra Mekke halkı
Gassanîlere rüşvet vermişler; neticede Osman zehirlenmiş ve planları suya
düşmüştür.
Sâd’ın hikayesi, Mekke’de her
yerde dilden dile dolaşır: Birisi develerini Sâd’a vakfetmek için onun önüne
getirir. Develer putun yakınına varınca ürküp kaçar, her birisi çölün bir
köşesine dağılır. Öfkeli adam develerin peşine düşer, fakat onları bulamaz.
Yorgun ve kızgın bir halde geri döner, bir taş alıp şiddetle Sâd’ın kafasına
vurur ve şöyle feryat eder: “Sana Allah’tan bir iyilik gelmez.” Sonra
pişman olur ve şu şiiri okur:
“Bizi birleştirsin diye Sâd’ın
yanına geldik, fakat o bizi birbirimizden ayırdı. Artık Sâd’ın takipçisi
olmayacağız. Yoksa Sâd, yerin bir köşesine düşmüş, hayır söylemekten de şer söylemekten
de aciz bir taş parçasından başka bir şey mi?”
Adiy bin Hatem ve Filis putunun hikâyesi
herkesi hayrete düşürmüştür:
Filis’in sorumlusu Sayfi,
Alimoğulları kabilesinden Malik bin Gülsüm’ün komşusu olan bir kadının “dişi
deve”sini alır ve Filis mabedine vakfeder. Kadın Malik’in eteğine yapışır.
Malik çıplak bir ata biner, mızrağını alıp Sayfi’nin peşinden koşar ve deveyi
ondan geri alır. Sayfi, putun karşısında ona beddua eder ama Malik’e hiçbir
zarar dokunmaz. Adiy bin Hatem ve bu olayı izleyen başka bir adam putperestlikten
vazgeçer ve Hıristiyan olur. Ama bu arada Peygamberimizin adı geçmez. Bu çok
ilginçtir. Biz birinci el tarihî belgelerde hiçbir zaman Peygamberimizin
putlar önünde tapındığını veya başkaları gibi devrinin dinî şenliklerine
katıldığını görmüyoruz. Fakat o asla putlarla alay eden, onlara ve müşriklere
açıkça dil uzatan kimselerin yanında yer almamıştır. Bu onun hayatının en
karmaşık ve sıra dışı düğümlerinden biridir. Çünkü hayatının kırkıncı yılının
27 Recebinden itibaren (Miladî 610 ağustos) putlara karşı tehlikeli ve sert
bir isyana kalkışan ve putlara en ağır ifadelerle saldıran bir kimse, bu dini
eleştirme konusunda daha önce şehrinin ve toplumunun diğer birçok aydınıyla
ağız birliği yapmamış veya en azından halk arasında zayıf imanlı olarak
suçlanmamış olamaz.
A. TOYNBEE der ki:
“Tarihin dâhilerinin (Bununla, bir
hipotez, teori veya kanun keşfetmiş olan felsefe veya bilim dâhilerini değil,
toplum ve medeniyet hayatında yeni bir tarih meydana getirmiş olan dâhileri
kast eder.) hayatı iki belirgin merhaleye ayrılır: Birisi, “TOPLUMDAN KOPUŞ”
merhalesi, diğeri “TOPLUMA DÖNÜŞ” merhalesidir. Birinci merhalede toplumuna
tahammül edemeyen kişi, ondan uzaklaşır ve kayıplara karışır. Uzaklaşma devresi
kısa veya uzun sürebilir. Sonunda kabul ederek topluma geri döner, risâlet
görevine başlar. Bu dönüşte adam artık bambaşka birisidir. Kendiliğinden başka
birisi olmuştur. Musa, Kıptîyi öldürdükten sonra toplumdan kaçıyor. Kayboluş
yıllarından sonra kardeşi Harun’la birlikte peygamber kılığında geri geliyor.
Giden Musa, Firavun karşıtı bir devrimcidir. Buda, saltanat, eğlence, dans,
içki ve şehveti bırakır ve kayboluş yıllarından sonra Nars’a devrimci bir
peygamber kisvesiyle geri döner. Sdartha adlı bir şehzade olarak gittiği yerden
Buda olarak geri döner. Mani de böyledir.”
Ama Peygamberimiz 25 yaşından 40
yaşına kadar Mekke’yi terk etmemiş olmasına rağmen onun hayatı da Toynbee’nin
dediği gibi iki dönemden oluşur. Toplumdan uzaklaşması ve topluma dönüşü onun
gizemli iç dünyasında ve heyecanlı ruhunda gerçekleşmiştir. Onun Hirâ ve Sevr
mağaralarındaki tek başına tefekkür dönemi, Mekke’den, onun putları, âdetleri,
gelenekleri, ilişkileri ve hayat tarzından uzaklaşma dönemidir. Hirâ’dan çevresinde
Mekke’nin yayıldığı vadiye doğru koşması, büyük tarihçinin deyişiyle “tarihle
buluşmak için aşağı inmesi” topluma dönüş döneminin başlangıcıdır. Ama
asla Peygamberimizin şahsı gözlerden kaybolmamıştır.
Diğer peygamberler de
toplumlarından uzak kaldıkları uzun süre içerisinde tedricî olarak ruhsal ve
fikrî bir eğitim geçiriyor ve kendilerini yavaş yavaş risâlet görevlerine
hazırlıyorlardı. Eğer tarih, toplumu terk ettikleri dönemde onlarla temas
halinde olabilseydi, şahsiyetlerinin normal ve genel durumdan rehberlik ve peygamberlik
aşamasına nasıl dönüştüğünü ve onlardaki bu büyük düşünce, ruh ve ahlak
devrimi öncüllerinin neler olduğunu bize söyleyebilirdi. Nitekim Buda’nın
hayatında bu şahsiyet değişimi, efsanevî ve mitolojik bir şekilde anlatılmıştır:
Onun ormanların derinliğinde ölüm, hastalık, cahillik, yoksulluk ve zulüm
tanrılarına karşı tek başına verdiği mücadele, prens Sdarta’nın Buda olma
hikayesidir.
Mekke halkı, Peygamberimiz ile her
gün ilişki halindeydi. Peygamberimiz de Mekke sosyal hayatının bütün
faaliyetlerine ve toplantılarına katılıyordu. Ukaz ve Mucne pazarlarına gider,
dört yıl süren Ficar savaşlarına katılır, Darunnedve’ye gidip gelir, Kureyş
başkanlarıyla Kâbe’de sohbet eder. Kâbe’nin yeniden inşası ve Hacerülesved’in
yerleştirilmesi esnasında Kureyş önderleriyle işbirliği yapar. Kaside dinler,
diğer Araplar gibi şiir ve şairler hakkında konuşur, tanışır ve görüş ortaya
koyar. Peygamberimiz, seçkin bir şahsiyet olduğu 25 ile 40 yaşları arası
nispeten uzun olan bu dönemde Kâbe’nin sucusu ve perdedarı, Kureyş’in en kutsal
ve nüfuzlu dinî şahsiyeti Abdülmuttalip’in torunu, Mekke’nin en zengin ve
saygın kadını Hz. Hatice’nin kocasıdır. Bundan dolayı onun en ufak bir hareketi
ve tepkisi toplumda yankı bulur. Nasıl olur da Abdülmuttalip’in torunu
putperestlikten nefret ettiğini sergiler, Kureyş’in dinî toplantılarına
katılmaz da Kureyş onu fark etmez ve halk, Kureyş dininin en üstün yetkilisi,
Kâbe’nin yöneticisi ve Kâbe ziyaretçilerinin sorumlusu olan bir hanedanın,
Abdülmuttalip’in bu zayıf inançlı evladını anlamaz, anlasalar bile pek önem
vermez ve bunu büyük bir sapıklık görmez?
Tarihten edindiğimiz bilgilere
göre, İslam’ın ve Kur’an’ın Peygamberimizi ile pek bağdaşmadığı halde, cahiliye
döneminde Peygamber’in şahsiyeti ile ilgili olarak nakledilen mucize ve
kerametlere rağmen Peygamberimiz bu on beş yıl boyunca olağanüstü bir şahsiyet,
din düşmanı bir unsur, Hıristiyanlık, Yahudilik, Mani dini ve Zerdüştîlik gibi
yeni ve yabancı fikirlerin, mistik Doğu ekollerinin, Yunan ve İskenderiye
felsefelerinin etkisinde kalan bir aydın veya zihinleri kendisine çeken sıra
dışı bir düşünür olarak tanınmamıştır. Üstelik onun
ailevî soyluluğu, ahlakî üstünlüğü ve güvenilirliği, fikri ve itikadî
yönlerinden daha çok belirgindir.
Maurice de Barres’in güzel ifadesiyle,
“Aydınlar, yerine şuur koymadan
vicdanlarını kaybeden kimselerdir.”[1] Peygamberimiz Mekke’de bir aydın
olarak ünlenmemiştir. Onda vicdan, fikirden daha çok belirgindir.
Ona verilen “EMİN/DÜRÜST”
lakabı, toplumun onun kişiliği hakkındaki kanaatini yansıtıyor. Mekke’nin dört
dâhisi vardır ama bunlar arsında Peygamberimiz yer almaz:
Muaviye bin Ebu Süfyan,
Muğire bin Şube,
Amr bin As
Ziyad bin Ebihi’dir.
Dışarıya gidip gelenler, meşhur
şair, tüccar ve kervancılar vardır ama Peygamberimiz onların arasında da
yoktur.
Yahudilik ve Hıristiyanlığa aşina
olanlar ve bilginler arasında sayılanlar, Varaka bin Nevfel, birkaç
şair ya da Arap olmayan ünlülerden ibarettir. Peygamberimiz onların içinde de
değildir. Dalgalı muhayyile sahibi, yüksek tabiatlı ve ince ruhlu kimseler vardır.
Adları tarihe geçmiştir. İnsanlar onları herkesten daha anlayışlı kabul eder.
Peygamberimiz onların arasında da yoktur.
OSMAN BİN HUVEYRİS, ZEYD BİN AMR,
MALİK BİN GÜLSÜM ve ADİY
BİN HATEM gibi putlara dil uzatan, Kureyş dinine muhalefeti başlatan ve
putperestliği resmen terk eden kimseler vardır. Peygamberimizi onların arasında
da göremeyiz.
Araplarca olgun kabul edilen yani
eğitimli, okçuluk ve yüzme bilen kimseler vardır. Bunlar tarihin tanıdığı
birkaç kişidir. Peygamberimiz onların arasında da yer almaz.
Okuma yazma bilen, dolayısıyla
dinlerin kitaplarından ve başkalarının fikirlerinden haberdar olan sekiz on
kişi vardır. Peygamberimiz onların arasında da yoktur.
Bundan dolayı kesin olan şudur ki
Peygamberimiz ne şair, ne eğitimli, ne “kâmil”, ne yeni dinlerin etkisi
altında olan birisi, ne yeni düşüncelere ve dış dünyaya aşina, seçkin Arapların
üstün zekâlılarına mensup bir kimse, ne bilgin, ne önünde düşünce gücü ölçüsünde
eğilen, yeni fikirler üreten ve miras kalmış sapık inançları anlayan küstah
aydınlar kulübü üyesidir.
Peygamberimiz sadece ve sadece
emin yani güvenilirdir. Şefkatli, soylu, doğru ve güvenilir bir kimsedir.
Bunlar tamamen bireye ait ahlakî üstünlüklerdir. Siyasal, sosyal ve dinî düşünce
açısından da bir üne sahip değildir. Onda
görülen tek değişiklik şudur:
Yirmi beş yaşına kadar hayatını
yetimlik, sıkıntı, yoksulluk, çöl şartları ve çobanlık ile geçirmişken şimdi
zengin bir kadın ile evlendikten sonra müreffeh bir hayata, sıcak bir yuvaya ve
çocuklara sahip olur. Son yarım asırdaki devrimleri ve çağdaş devrimci toplumları
SINIF PSİKOLOJİSİ açısından incelediğimizde ve toplumumuzdaki siyasî
akımlarda yer alan çeşitli sınıflara mensup bireylerle doğrudan ilişki
kurduğumuzda çok önemli bir sosyal psikoloji meselesiyle karşılaşmaktayız.[2] Bireyler, kendi
sınıflarını değiştirip bir üst sınıfa yükseldiklerinde muhafazakâr olurlar ve
mevcut duruma, statükoya hoşgörüyle bakarlar. Hatta derin düşünceli ve yedinci
göbekten aydın olsalar ve kendi toplumlarının zamanına, şartlarına ve durumlarına
karşı çıksalar bile kalben ve fiilen ondan yana tavır alırlar, devrimden ve
güvenliğin alt üst olmasından korkarlar. Çünkü onlar müreffeh hayatlarını
mevcut duruma borçludurlar. Şehre göçüp orada sanayi işçisi veya devlet memuru
olan köylüler ve aşağı sınıftan orta sınıfa yükselen bireyler, devrimci ve
eleştirel ruhlarını kaybedip sağcı olurlar. Avrupa’daki siyasî tecrübe, itinalı
etütlere ve istatistikî verilere dayanarak, ekonomik göstergelerin halkın
ekonomik durumunun daha iyi olduğunu, siyasî göstergelerin politik eğilimlerin
sağa kaydığını ve sağcıların başan şanslarının daha çok olduğunu gösterdiğini
ispatlamıştır. Tersi de mümkündür. Savaş sonrası Fransa, bu durumun açık
örneğidir.
Yirmi yıl öncesinde sosyalistlerin
ve komünistlerin çoğunlukta olduğu parlamentoda şimdi De Golcüler, hatta
onlardan daha sağcı olanlar çoğunluğu oluşturmaktadır. Fransa ekonomisinin bu
yirmi yıldaki yükseliş eğrisi, bunu çok güzel açıklamaktadır. Günümüzde Batı
kapitalizmi, mantıken Marks’ın öngördüğü gibi şekillenmesi gereken gelişme
halindeki proletarya devrimi vasıtasıyla meydana gelecek bir iç patlamayı
önlemek için “işçilerin refah seviyesini yükseltmek” şeklindeki en
makul yolu benimsemiştir. Sosyal sigorta, düzenli maaş artışı ve işçinin buzdolabı,
radyo, ev, gaz, banyo, kalorifer, sinema, tiyatro, plaj ve araba gibi çağdaş
hayatın nimetlerinden faydalanmasına imkan sağlanması, onda yalancı bir sömürülmemişlik
ve mahrum bırakılmamışlık hissi uyandırır, sosyal ve ekonomik adaletin gerçekleştiği
duygusunu oluşturur, kompleks ve öfkelerinin yumuşamasına vesile olur ve düşüncede
devrimci bile olsa pratikte muhafazakar olmasını sağlar. Buna bakarak “Kapitalizm
akıllanıyor.” denmektedir. Çünkü kendisini korumak için işçiyi
burjuvalaştırmaya kalkışmıştır. Bu da Marks’ın Alman, İngiliz, Fransız ve
Amerikan kapitalizminin işçi devrimi ve komünizmle yıkılacağı şeklindeki bilimsel
ve mantıksal öngörüsünün gerçekleşmemesine yol açmıştır. Bugün gelişmekte olan
geri kalmış ülkelerde dahi statükoyu korumak ve tehlikeyi gidermek için
köylünün ve işçinin anarşi kaynağı olmak yerine konfora kavuşmasına, güvenliğin
ve huzurun sağlanmasına yönelik olarak orta sınıf oluşturmaya çalışılmaktadır.
Peygamberimiz şimdi ekonomik hayat
bakımından müreffehtir. Çok çocuklu fakir amcasının evinde sıkıntı çeken yoksul
genç, şimdi Mekke’nin zenginleri arasında yer alır. Sınıf değiştirmiş,
amburjuvaze olmuştur. Doğal olarak sebat ve emniyeti koruması, muhafazakâr olması
gerekir. Hâkim rejimi ve statükoyu sağlamlaştırmak için çalışmasına da
Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr ve Malik bin Gülsüm gibi bozguncularla iş
birliği yapmaz; mutlu, huzurlu ve müreffeh hayatını tehlikeye atmaz.
Peygamberimizin 25 yaşından 40
yaşına kadar süren on beş yıllık hayatı bunu gösterir. O bu dönemde iyi ve hoş
kalabilmek ve başını derde sokmamak için sadece bireysel ahlak ilkeleriyle
yetinir.
Eğer 610 yılı 25 Recep gecesi [3] olayı gerçekleşmemiş
olsaydı tarih, Abdülmuttalip, Ebusüfyan, yedi şair, Osman bin Huveyris,
Vakara bin Nevfel ve İran ile Şam arasını o günlerde Hicaz ve Mekke üzerinden
geçen birkaç ticaret kervancısını hatırlardı ama Abdullah oğlu Muhammed’in
adını kesinlikle unuturdu. Ne
Peygamberimizin ne de Abdullah’ın tarihin gözünde bir çekiciliği vardır. Onlar
tarihin ilgisini çekecek bir iş yapmamışlardır. Bugün tarih, çölde yaşayan, fakirlik
ve zayıf bir dadı olan Ebuzüeyb kızı Halime’den bile bahsediyor; yetim
bir çocuğun sütanneye verilmesini, bir Arap delikanlısının çobanlığı, yoksul
bir gencin orta yaştaki zengin bir kadınla evlenmesini ve daha birçok detayı bu
kadar ciddiye alarak muhafaza ediyorsa bunun tek nedeni “o geceki olay”dır.
Bundan dolayı tarihin tanıdığı
kadarıyla Cahiliye devrindeki Peygamberimiz, ne az ne çok işte budur.
Ama tarih her şeyi biliyor mu? TARİH SADECE OLAYLARI NOT EDER,
YALNIZCA GÖRÜNEN OLAYLARI VE SEMBOLLERİ BİLİR. BİR İNSANI ANCAK DIŞTAN TANIR,
ONUN İÇİNE NÜFUZ EDEMEZ.
Acaba şimdi tarihin yardımıyla
Peygamberimizin iç dünyası hakkında bilgi edinebilir miyiz? En azından yarın ilginç bir devrimin
üssü olacak bir ruhun derinliklerinde neler olup bittiğini anlayabilir miyiz?
Bu soruların cevabı tamamen olumsuzdur. Çünkü tarihçinin nesnel ve kesin delil
ve belgeler dışında bir şeye dayanma hakkı yoktur.
Fakat bildiğimiz ve kesin olarak
inandığımız bir şey varsa o da şudur: Peygamberimiz, Mekke’de miladî altıncı
yüzyılın sonlarıyla yedinci yüzyılın ilk on yılında, yüzünde, yeni bir düşünce
getireceği, yeni bir proje ortaya koyacağı, büyük bir harekete liderlik
edeceği, şaşırtıcı bir düşünce ekolü kuracağı, insanlık tarihine yön vereceği,
dünyanın büyük siyasî güçlerini ve medeniyetlerini kendi düşüncesine
bağlayacağı, gelecek toplumlarda derin devrimlere ilham kaynağı olacağı ve
güçlü ve parlak bir medeniyet inşa edeceği okunan bir adam değildir.
Tarihin, yedinci yüzyılın ilk
yıllarında, Abdülmuttalip’in torunu ve Hz. Hatice’nin kocası olan bir kişiden
bu tür beklentilerinin olduğunu ve onun alnında böyle bir geleceği okuduğunu
söylemek çok yanlış olacaktır.
Bu yıllarda tarih, gözünü “içinden
bir adam gelecek ve elini yeninden çıkaracak” diye büyük üniversitelerin
kapısına, MEDAİN, KOSTANTİNİYE, İSKENDERİYE, REHA, NUSAYBİN ve ATİNA
gibi medenî şehirlerin girişine dikmişti. Kesinlikle o bu yıllarda, dünyaya
yeni bir şekil verecek ve önüne başka bir yol açacak kayıp önderini İran, Roma
ve Yunanistan’ın medenî, gelişmiş, güçlü, bilgin, sanatçı ve filozof insanları
arasında arıyordu. Farzımuhal, eğer suskun ve unutulmuş Arabistan çölünden bir
koku almışsa akıl, geleceğin o büyük devrimcisini geçmişi ve medeniyeti olan
ve şimdi bile güngörmüş, dünya siyasetinin büyük karışıklıkları içine düşmüş
ve olgunlaşmış bir halkı bulunan Mutlu Arabistan’da (Yemen); İran’ın yanı
başında ve İran medeniyetine âşinâ olan Hire’de veya Rumlarla içli dışlı olan
ve putperestlikten kurtulup Hıristiyanlığa geçen Gassan’da aramak gerektiğine
hükmeder. Mevlana’nın deyişiyle, Şeyh Ebul Hasan Harakanî’nin doğumundan
önce geçtiği Harakan Köyü’nde onun kokusunu aldığını söyler:
“Dedi ki buraya dostun kokusu
geliyor
Bu köyün içine padişah geliyor. ”
Tarihin, şahın bu Mekke’den, bu
Kureyş’in içinden çıkacağını anladığını farz edelim. O zaman kimlerin yüzünde
bir parıltı belirir? Zeki insanların, şairlerin, İran ve Roma’yı bilenlerin,
bilginlerin ve zihinlerine yüksek düşünceler ve yeni Hıristiyanlık girmiş olan
kimselerin yüzünde Asla Abdullah’ın oğlunu, Hz. Hatice’nin kocasını takip
etmeyecektir.
Ama tarih, kendi hallerinde
yollarını gözleyen kimselerin, onun hiçbir zaman bakmadığı bir köşeden yukarı
çıktıklarını unutmuştur. Defalarca tekrarlandığı halde tarih, Filistin, Mısır,
Arabistan ve Mezopotamya çöllerinde güttükleri birkaç koyunun başında sessizce
oturup düşüncelere dalan, kendilerini yalnızlık ve tefekküre kaptıran o fakir
gençlerin, hem kendi yazgısını hem de dünyaya hükmeden kahramanların
yazgılarını, medeniyetleri, toplumları, düşünceleri ve duyguları nasıl
değiştirdiklerine hâlâ şaşmaktadır.
Bu defa tarih, yetim ve yoksul
Kararit çobanıyla randevulaşır. Bir kez daha, belki son defa bugün bazılarının
varlığını hissettikleri çözülmez gerçek tecelli eder: İnsanlığın eğitim
sistemi ve medeniyet, “en gizemli ve en üstün İnsanî yeteneği,”
dalgalarını medenî bilginler ve düşünürler tarafından eğitilen kalıplaşmış
beyin sisteminin kavrayamadığı bu varlığın hakikatlerini anlamak için felç
eder ve öldürür.
Abdullah’ın oğlu sadece güvenilir
kişidir, başka hiçbir şey değil. Ondan öne
çıkan şey ne beyin, ne bilim, ne okul eğitimi, ne sanatçı tabiat, ne filozofça
mantık, ne de olağanüstü zekâdır. Onda yalnızca koyu bir vicdandır. Böyle bir
toplumda güvenilir olmak, onun için münferit bir faziletten ibaret olamaz.
Üstelik onun ruhunun derinliğinde tezahürlerinden birisi doğruluk olan gizemli
bir kaynaktır. Hiçbir eğitim ve öğretimin kirletmediği aynı gizemli kaynaktan
daha sonraları zamanı ve var olan her şeyi içinde boğan dalgalar kabarmış,
fırtınalar kopmuştur.
Güvenilir Peygamberimiz, kendisini
böyle bir gelecek için hazırlamamıştır. Çünkü ondan haberdar değildir. O sadece mutlak bir
kabullenmedir, başka hiçbir şey. Bu yeteneği hayatının süt emmeden kırk yaşına
kadar olan süresi boyunca kazanmıştır. Onun sade ve macerasız hayatının tek
rehberi, an ve doğal fıtratıdır. ONDA GÖRÜLEN TEK ÇABA İYİLİK, GÜZELLİK VE
HAYRA DOĞAL OLARAK MEYLETMEK VE KÖTÜLÜK, ÇİRKİNLİK VE ALÇAKLIKTAN KAÇINMAKTIR.
BU ONUN DİNİDİR. FİLOZOFLARIN BAHSETTİĞİ ŞEYLERİ OKUMAMIŞTIR; ARİFLERİN
DÜŞÜNDÜĞÜ ŞEYLERDEN HABERSİZDİR; HIRİSTİYANLARIN, YAHUDİLERİN, ZERDÜŞTÎLERİN,
MANİHEİSTLERİN VE MAZDEKLERİN BENİMSEDİĞİ, PROPAGANDASINI YAPTIĞI VE UĞRUNDA
MÜCADELE VERDİĞİ ŞEYLERİ DUYMAMIŞTIR; İRAN’I, ROMA’YI, KOSTANTİNİYE’Yİ, İSKENDERİYE’Yİ,
MEZOPOTAMYA KENTLERİNİ, MEDAİN’İ, PARİS’İ, ISFAHAN CEYİ’Nİ VE DİĞER MAMUR VE
MEDENÎ ŞEHİRLERİ GÖRMEMİŞTİR. OKUMA YAZMA BİLMEZ, OKULA GİTMEMİŞTİR, DIŞANYA
YOLCULUK YAPMAMIŞTIR, BİLGİNLER VE DÜŞÜNÜRLERLE OTURUP KALKMAMIŞTIR.
ÖZETLE, ONDA VİCDAN AKILDAN DAHA
GÜÇLÜDÜR. BEYNİ ÜMMİ BİR ARAP ERKEĞİNİN BEYNİ KADAR BASİTTİR. AMA GÖNLÜ VE RUHU
İNSANI DEHŞETE DÜŞÜRÜR. AMA BU RUH HENÜZ GÜN YÜZÜNE ÇIKMAMIŞTIR. BUNDAN NE
KENDİSİ HABERDARDIR NE DE BAŞKALARI.
BAŞLANGIÇ
Abdullah’ın oğlu, Hz. Hatice’nin
kocası Peygamberimiz, şehirdeki gündelik hayatın tantanasından uzaklaşmak,
kendi kendisine düşünmek, oruç tutmak, inzivaya çekilmek ve ruhunu toplum hayatının
kirlerinden, şöhret ve rızık telaşından, ev, aile, sokak ve çarşının rahatlık
ve zevklerinden arındırmak için bu yılki Ramazan ayında da Hirâ’ya gitti.
Yılda bir şehri terk etmek, inzivaya çekilmek ve yalnızlığa ve tefekküre
dalmak o asırda Peygamberimize has bir tutum olmadığı için bu işin onu bizzat
sıra dışı yaptığı ve insanların ondan gelecek bir söz ve iddiaya gözlerini
diktiği söylenemez. Aksine bu bir gelenekti. Kureyşli Hanifler çoğunlukla böyle
yaparlardı.[4]
Peygamberimiz, diğerleri gibi bir
süre inzivada yaşamak için bu yıl da Hirâ mağarasına gitti. Bu yıl da mağarada
tek başına oturup kendisi, geçmişi, geleceği, başkaları, İbrahim’in Evi,
putlar, putlara tapanlar, Araplar, insanlık, yer, gök ve varlık hakkında düşünüyor.
Sonra dışarı çıkıp saatlerce Hirâ dağının üzerinde mağaranın etrafında
dolaşıyor; dağın vakarını, çölün sessizliğini, berrak Arabistan göğünün ihtişam
ve suskunluğunu ve sessizce konuşan, ışıklı pencereler gibi insanın hayat ve
yaratılışın etkisiyle daralmış bakışlarını sonsuzluğa doğru götüren yıldızlar
kümesini seyrediyor.
Dağın sessizliğinde dolaşan adamın
ayak sesleri o gece birden kesildi. Ruhunda sonsuz olarak düğümlenen uzun ve
dertli düşüncelerden yorgun düşmüş bir halde mağaraya döndü ve meraklı bakışları
gidecek bir yer bulamadan göklerden ve uzaklardan onu bekleyen gözlerine geri
geldi. Biraz oturdu, tekrar dakikalarca kendi kendine düşündü ve kendinde hissettiği
o yabancıyı beklemeye durdu. Var olan bir şeyi bulamamanın verdiği üzüntüyle
uykuya daldı.
Ansızın uykudan sıçrıyor; sanki
biri boğazını sıkıyormuş gibi neredeyse ölümü hissediyor. Kapıldığı dehşet o
kadar şiddetlidir ki onu hâlâ anlayamaz. Boğazını sıkan gizli el onu bırakır.
Gözlerinin önünde bir kâğıt görür. Sanki evrenin bütün zerrelerinden, tüm varlığından
kopup gelen gizemli bir ses:
OKU!
Okuyamıyorum.
Tekrar öldüğü hissini verecek
şekilde boğazını sıkar. Yine aynı ses:
OKU!
Okuyamıyorum.
Yine boğazını ölüm hissi verecek
şekilde sıkıp bırakır. Yine aynı ses:
OKU!
Ne okuyayım?
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O
insanı kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin cömerttir. Kalem ile öğretti,
insana bilmediği şeyleri Öğretti. ” [5] (96/Alak Suresi 1-5)
Bitti, bütün varlık birden durdu
ve sessizliğe gömüldü. Geride Peygamberimiz, mağara, sessizlik ve yalnızlık
kaldı. Korkusu gitti. Mağaradan dışarı fırladı, aşağı doğru koşmaya başladı.
Sanki ruhuna her yönden korku yağıyordu. Kendisini eve atmak için hızla
koşuyor. Aklını kaybetmekten korkuyor. Gök suskun... Birden onun gece göğün
ortasında tekrar belirdiğini hissetti. Sanki onunla konuşuyor. Korktu, yüzünü
başka tarafa çevirdi, onu yine gördü. Sanki her yerdeymiş gibi her taraftan o
çıkıyordu. Durdu.
Ne yapmalı?
Izdırap ve korku, ruhunu tahammül
edilemeyecek derecede sıkıyor. Onun gecikmesine canı sıkılan Hz. Hatice,
birini onu aramaya gönderdi. Adam onu bulamadan geri döndü. Göğü suskun, yeri
durgun gören Peygamberimiz, eve varabilmek için dağın yamacındaki taşlıkları
hızla geçiyor.
“Hatice, üstümü ört, üstümü ört,
üzerime su dök!”
Titrer.
Artık konuşamaz.
Bir köşeye yığılır. Hz. Hatice,
üzerine bir yorgan örter. Sanki nöbet geçiriyormuş gibi ateşlidir. Yorgana
sarındı. Bir süre geçti. Rahatladı.
Gözlerini, yanında oturmuş acısına
ortak olan şefkatli eşi Hz. Hatice’nin üzerine açtı. Hz. Hatice’nin şefkatli ve
acılı gözlerinden yakınlık ve güven duygusu aldı. Hz. Hatice susmuş, onu seyrediyordu.
Peygamberimiz de susmuş onu seyrediyordu. Konuşmaya dermanı yoktu. Dakikalar
böyle geçti.
“ Hatice, bana ne oluyor?”
“Ne oldu, bilmiyorum. Yoksa cinler
bana zarar vermiş olmasın? Yanlış bir şey yapmaktan korkuyorum. Ben kâhin
olmak istemiyorum.”
Kocasına inanan ve kendisinde
iyilik, sevgi ve doğruluktan başka bir şey görmediği Peygamberimizi hatadan
masum kabul eden Hz. Hatice, bu sefer de 15 yıl önceki gibi kendisini zor bir
gelecek bekleyen bu adamın rahmet meleği oldu ve onu teselli etti:
“HZ. HATİCE’NİN CANINI ELİNDE
BULUNDURAN ALLAH’A YEMİN OLSUN Kİ ALLAH SENİ KÜÇÜK DÜŞÜRMEYECEKTİR. SEN HERKESE
ŞEFKAT GÖSTERİR VE İYİLİK YAPARSIN. BU KADAR SIKINTI ÇEKTİN. MİSAFİRLERİNİ EN
GÜZEL BİÇİMDE AĞIRLARSIN. HAK YOLUNDA ZORLUKLARA KATLANMAKTAN KAÇINMAZSIN. SEN
İYİSİN. BEN SENİN GÖRDÜKLERİNİN HAYIR OLDUĞUNDAN EMİNİM. ALLAH SENİ KENDİSİNE
ÇAĞIRMIŞ. GÖNLÜNÜ SAĞLAM TUT.”
Peygamberimiz, hakşinas gözlerle,
her zaman kendisi için birçok sevgi, teselli ve fedakârlık kaynağı olan Hz.
Hatice’nin huzurlu ve şefkatli yüzüne bakıyordu. Sakinleşti. Kendisinde
şiddetli bir konuşma arzusu hissediyordu. Yorganın içinde kıvrılıp uykuya
daldı. Bu onun son uykusu idi.
Hz. Hatice, yaşlı, bilgin ve aydın
görüşlü amcası Varaka bin Nevfel’i görmek ve uzun süre önce putperestliği
bırakıp Hıristiyanlığa girmiş ve bu sözlere aşina olan bu insanla eşinin
olayını konuşmak için yerinden kalktı. Peygamberlerin hayat hikâyesini ve vahyin
onlarla ilk temas şeklini duymuş ve okumuş olan Varaka, onun sözlerine iman
ederek ve Peygamberimizin Hirâ’daki serüvenini Musa’nın Sina dağında
yaşadıklarına benzeterek yeğeni Hz. Hatice’ye ümit verir:
“Canımı elinde tutan Allah’a yemin
olsun ki eğer söylediğin gibi ise Musa’ya inen Yüce Namus ona da inmiştir. O
bu ümmetin peygamberidir. Söyle, içi rahat olsun.?”
Hz. Hatice, eşinin yaşadıklarına
duyduğu ümit ve imanla, onun maceralı büyük geleceğine ilişkin korku ve
ızdırap duyarak döndü. Peygamberimizi yorgana sarındığı gibi uyur halde buldu, yavaşça
yanına oturdu. On beş yıldır ruhunu aşkıyla ısıttığı, kendisini ve her şeyini
uğruna feda ettiği bir adamın yüzünü seyrediyor ve ne zaman kalkıp yeni
hayatını başlatacak diye düşünüyordu.
Ne olacak?
Onun ve ailesinin başına neler
gelecek?
Allah onu ne ile görevlendirecek?
İnsanlar ona karşı nasıl bir tutum
sergileyecek?
Onu seyrederek bu düşüncelere
dalmışken Peygamberimiz birden sarsıldı, titremeye başladı. Zor nefes alıp
veriyordu; sanki birisi boğazını sıkıyordu. Yüzünden iri ter taneleri akıyordu.
Yataktan kalktı ama uyanık değildi. Sanki gizli bir acının etkisiyle kendi
kendisine kıvranıyordu, içinde âniden o tanıdık sesi duydu. Kesin ve
buyurgandı, insan sözüne benzemiyordu:
“Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar!
Rabbini yücelt. Elbiseni/gönlünü temiz tut. Çirkin işlerden uzak dur. Yaptığın
iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbin için sabret. ” (74/Müddessir Suresi
1-7)
Peygamberimizin ruhunda ümit,
ihtişam ve güven duygusu canlandı. Kalktı. Açıkça yeni bir hayatın eşiğinde ve
fizikötesi gizemli bir dünya ile temas halinde olduğunu hissediyordu. Kendisini,
ona ağır ve önemli risâlet görevini yeniden daha açık bir şekilde gösterecek
olan gelecek ilişkiler için hazırladı. Onun macerası Mekke’de yankılandı ve
hızla ağızdan ağza dolaştı. Küçük bir şehrin daha çok bir araya gelerek
saatlerce havadan sudan konuşan, hurma sütü içen ve gıybet eden işsiz,
sorumsuz ve rahat insanları için bu olay ne kadar ilgi çekici ve oyalayıcıdır.
Normal insanlar onu hayret ve tereddütle anlamaya çalışıyor ve onun hakkında
meraklı meraklı konuşuyorlardı ama böyle bir olayın daha çok kendileriyle
ilgili olduğunu gören kabile başkanları konuya ciddiyetle eğildiler.
Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalip’in
torunu, Hz. Hatice’nin kocası, Ebû Tâlib’in yetimi peygamber olduğunu mu iddia
ediyor? Ona vahiy mi geliyormuş? Şu bizim Peygamberimiz dün geceden beri
peygamber mi olmuş?
Ne acayip iddia!
Böyle bir adam değildi. Sakin,
dürüst ve soylu bir adamdı. Ömrünü sadakat ve inançla Kâbe’ye hizmet ederek
geçirmiş olan Abdülmuttalip’in torunu böyle sözler sarf eder mi?
Dinin ocağında eğitilmiş biri
nasıl dinsiz olabilir ve kâfirce iddialarda bulunabilir?
Hayası, temizliği, alçakgönüllülüğü
ve güvenilirliğiyle tanınan bir adam nasıl böyle yalanlar uydurabilir? Hayır. O
yalancı bir adam değil. Büyülenmiş ve cinlere yakalanmış. Onu cinler yoldan
çıkarmış.
Hayret ve merakla sorulan bu
sorular gitgide alaya dönüştü. Mekke’nin yeni gündemi buydu. Gruplar halinde
insanlar ve özellikle kavmin ileri gelenleri Kâbe’nin etrafında oturup
Peygamberimizin macerasını konuşuyorlar, içki içiyorlar, latife yapıyorlar ve
kahkahalarla gülüyorlardı. Burada herkes gözünü, yeni bir fıkra ve tatlı bir
latifeyle meclisi ısıtacak, insanları güldürecek ve herkesin Peygamberimiz ve
davası hakkındaki şiddetli alay, yuhlama ve yargılama arzusunu tatmin edecek
latifeci, hoşsohbet ve şakacı ağızlara dikmişti.
Peygamberimizin yeni hayatının en
zor anları gelip çattı. Yolunu gözleyen belalar ve sıkıntılar tek tek
gerçekleşmeye başladı. Şehir top yekün alay, suçlama ve dedikoduyla dolmuştu.
Dışarı çıkamıyordu. Bütün dünyada sadece iki ümit kaynağı, iki sevgi ve dostluk
sığınağı vardı:
Birisi, büyük Hz. Hatice, temiz
Ali, Zeyd, değerli oğlu, sevgili kızlan Zeynep, Rukiye, Ümmügülsüm ve küçük
Fatıma ile paylaştığı evi; diğeri ise musibetlere ve insanların suçlama ve
düşmanlığına karşı tahammül gücü veren Hirâ idi.
Peygamberimiz, alay, sövgü, iftira
ve kahkaha gürültüleri arasından kendi adını duyduğu Mekke’yi terk etti ve
büyük bir ümitle dağa tırmandı. Bütün ruhunu ve gönlünü O’na teslim ediyordu.
Pür dikkat bekliyordu. Adım adım kendisini O’nun huzurunda buluyordu. Dağın
kenarına ulaştı. Durdu. Her yeri yorgun ve istekli bakışlarla inceliyordu.
Bakışları yeri, göğü, ufku ve her yanı dolaşıyordu.
Hiçbir haber yoktu.
Kendisini mağaranın içine attı, o
gece durduğu aynı noktayı dikkatle seçti ve oturdu. Bakışları ateşli bir
şekilde mağaranın içi ile dışı arasında gidip geliyordu. Ayağa kalkıyor, oturuyor,
eğiliyor. Acı saatler, böylesine susuz ve bitkin bir beklemede olabildiğince
yavaş ilerliyordu. Sanki zaman durmuştu. Ne korkunç, sessiz ve suskun bir
halde geçiyordu. Tabiat dilini yutmuş, konuşmuyordu; sanki ölmüştü.
Peygamberimiz gitgide ümitsizleşip
sakinleşiyordu. Ateşi ve çarpıntısı soğuyordu. Izdırap ruhunu vahşice
sıkıyordu. Nefes borusu tıkanmıştı. Bağırmak, bir şey istemek ve konuşmak
istiyordu ama yapamıyordu.
Boğazını sıkan düğüm yeniden
çözüldü. Ağlamaya başladı. Ayağa kalktı. Mağaradan çıktı. Halsiz, yorgun ve
bitkin düşmüştü. Gök aynı şekilde dilsiz, Ay aynı şekilde suskundu. Mağaraya
döndü. Sonra mağaradan çıkıp aşağıya doğru koştu.
Ümitsizdi.
Gürültü ve düşmanlık dolu Mekke,
ayaklarının altında, vadinin dibinde, Kâbe’nin etrafında dağınık halde duruyordu.
Evler intikam dolu onu beklemekte, bütün pencereler yüzüne kapanmış, hayâsız
ve günahkâr şehir, aptal ve dilsiz putlar etrafında rahat ve huzurlu bir şekilde
uyumakta. Yarın tekrar kalkacak, Peygamberimizle uğraşacak, onu konuşacak, ona
gülecek.
O gece Peygamberimiz ümitsiz bir
halde uyudu. Yarın olunca Mekke uyandı ve işine kaldığı yerden devam etti. Gece
olunca Peygamberimiz bir mesaj alırım ümidiyle yeniden dağın yolunu tuttu,
seher vaktine kadar uyanık kaldı ama yine ümitsiz geri döndü. Her zaman olduğu
gibi Mekke onunla uğraşıyor, o da Hirâ’dan gelecek mesajı bekliyordu.
İşkence dolu günler ve beklentili
geceler art arda gelip geçiyordu. Mağara aynı şekilde suskun, tabiat aynı
şekilde dilsiz ve göklerin kapısı yüzüne kapalı idi.
Üç yıl geçtiği halde bir tek mesaj
gelmedi.[6] Vahiy kesilmişti. Bu üç yılın
her ânının ağırlığı, Peygamberimizin göğsünü, ona ölümü temenni ettirecek
ölçüde daraltıyordu. Sonuçsuz bekleyişlerin canını sıktığı ve ıssız mağarada
saatlerce yılan sokmuş gibi kıvrandığı gecenin suskun ve karanlık derinliklerinde,
defalarca içinden, ölümün kendisini ruh törpüsü üzüntünün pençesinden
kurtarması için oradan vadinin dibine atlama düşüncesi geçti.
Peygamberimizi bitkin bırakan tek
şey, insanların alay etmesi, Mekke aristokratlarının düşmanlık yapması ve onun
kendinden bıkması değildi. Çünkü onun sıkıntılar içinde pişen ve olgunlaşan
büyük ruhu her musibeti içinde eritir, hiçbir darbenin onu sarsmasına imkân vermezdi.
Peygamberimizi en çok üzen şey
vahyin kesilmesiydi.
Acaba dostu onu unutmuş mudur?
Artık onunla konuşmayacak mı?
Acaba Peygamberimizde bir hata
görmüş de risâleti ona teslim etmekten vaz mı geçmiştir?
Artık mesaj gelmeyecek mi?
Acaba onun risâletini sadece bu
ilk mesajla anlayıp ona göre davranması istenmiş de o bunu yapmamış mıydı?
Acaba bir görev verilmiş de o bunu
fark etmemiş miydi?
Acaba onu bu intikamcı Mekke’de
onun vahşi halkı içinde savunmasız mı bırakacaktı?
Acaba onu yapayalnız mı koyacaktı?
Yakalandığı bu uçurumda elinden tutmayacak mı?
Onu unutacak mı?
Üç yıl böyle geçti. Ümitsizlik ve
perişanlığın zirvesindeyken bir gün, ızdırap verici düşünce ve ürkütücü soru
yağmuru altında oturduğu, derin bir ümitsizliğe kapıldığı ve geleceğinin karanlık
ve ürkütücü ufkunu seyrettiği bir sırada aniden güçlü bir elin şiddetle
boğazını sıktığını hisseti. Vücudu titremeye başladı, ağırlaştı. Kıvranıyordu.
Sanki gizli bir dertten dolayı acı çekiyordu. Kızaran yüzünü iri ter damlaları
kapladı, sakinleşti. İçinde, kendisiyle şefkatli ve buyurgan bir şekilde
konuşan ve yangında denemek için üç yıl önce gönlüne kor bıraktığı adama şimdi
geçmişinde kalan iki tabiat olgusuna yemin ederek güven veren üç yıl önceki o
tanıdık sesi duydu:
“Kuşluk vaktine ve sakinleştiğinde
geceye yemin ederim ki Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.
Gerçekten ahiret senin için
dünyadan daha hayırlıdır.
Pek yakında Rabbin sana verecek,
sen de memnun olacaksın.
O seni yetim bulup barındırmadı
mı?
Şaşkın bulup yol göstermedi mi?
Fakir bulup zenginleştirmedi mi?
Öyleyse yetimi sakın ezme.
İsteyeni azarlama. Rabbinin nimetini anlat. ” (93/Duha Suresi)
Peygamberimiz ümitle ayağa kalktı
ve hemen çetin risâlet yoluna samimi olarak adım attı. En yüce insanî
özellikleri en aşağılık ve donmuş vahşi ruhlara yerleştirmekle; gelişmiş Roma
ve İran medeniyetlerinde Atina, Kostantiniye, Medâin ve İskenderiye
düşünürlerinin bile henüz elde edemediği en yüksek fikirleri akıllarının üst
limiti develerinin hörgücünden öteye gitmeyen kimselerin beyinlerine sokmakla
ve tarihin, adını anmaktan utandığı bir kavmi tarihçilerin hâlâ gözlerini
kamaştıran muhteşem bir tarihin kurucuları haline getirmekle görevlendirildi.
O, bitkinin dahi yeşermekten
korktuğu ölüm kusan sessiz çölde ve süreklilik bilmez bu yakıcı ve dalgalı kum
denizinde, tevhid temeline dayalı, dört duvarı eşitlik, adalet, özgürlük ve
aşktan oluşan ve içinde insanların para, güç ve kan tanrılarının egemenliğinden
bağımsız olarak yaşadığı sağlam bir şehir kuracaktır.
Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir, Muhammed
Kimdir, İstanbul, Fecr Yay.
2009, s.464-481
[2] Doktor Şeriati’ye
göre, Peygamber’in 40 yaşında değişim geçirmesi, vahiy gibi bir dış etkeni
kabul etmeden sınıf psikolojisi ve materyalist düşünceyle açıklanamaz.
[3] Ramazan ve
Rebiulevvel ayı olduğunu söyleyenler de vardır. Meclisi, 27 Recebi Imamiye’nin
icması olarak kabul eder.
[4] Bu geleneğe
itikaf, inziva denir. Hanifler, cahiliye devrinde kendilerini İbrahim’in
dinine bağlı kimseler olarak kabul ederler.
[5] Genelde bu sureyi
vahyedilen ilk sure kabul ederler. Daha geniş açıklama için babam Peygamberimiz
Tâki Şeriati’nin “Tefsir-i Nevin” kitabına veya “Vahyin Başlangıcı” risalesine
bakınız.
[6] Vahyin kesildiği
konusunda ittifak vardır ama 40 gün ile üç yıl arasında değişen farklı süreler
ileri sürülmüştür.
| 

