| |
Ne
zamandan beri buradayım?
Ne
zamandan beri boşalan kadehlerimi dolduruyorsun, ey meyhaneci?
Gel,
karşıma otur... bana, senin bilip de benim bilmediklerimden bahset.
Bana,
geçmiş çağlara basa basa bugünü bulmuş, bugünü de yarın için basamak yapmış
âgâhlıklardan bahset!
Bana,
sergüzeştlerini kendi kanlarıyla yazan aşk kahramanlarından bahset!
Bana,
kahramanlıkların en şereflisi olan Hak kahramanlarından söz aç!
Bana, bu
kapının kullarından, gazilerinden, şehitlerinden söyle!
Ey
meyhaneci!
Yoksa bu aşırı
dileklerimde, talepleri, duaları ve adaklarıyle gayb hazînelerini zorlayan
kulların ısrarı mı var?
Hayır,
hayır... ben, o bilmediklerini öğrenmek, bildiklerini îlân etmek isteyenlerin
ebediyen yabancısı kalmayı arzularım.
Ey
meyhâneci!
Sen sâde
kadehimi kendi elinle doldur ve beni bu dünyânın ayılmaz sarhoşlarından kıl!
Eğer
küplerin boşaldıysa, eğer kadehime koyacak içkin kalmadıysa, ziyânı yok... gel
karşıma otur ve bana kendinden bahset!
Şâyet seni
dinlemeye tahammül edemez olur da, gene elim, boş kadehime sarılırsa, düşünme,
onu kanımla doldur ve korkmadan dudaklarıma daya!
Sh: 18
Anladım;
ben sensiz olamayacağım, ey yürek yanığı!
Yeryüzünde
senden başka hiçbir anahtar, şu önünde beklediğim kapıyı açmıyor.
Gel, gel
de gönlümün içinde dön ve bana o muhteşem kapıyı açıp ardına daya!
Geceyi
ürpertip coşturan ben değilim; sensin ey yürek yanığı!
O gece ki,
elimde hırpalanmaktan bezmiş gibi, bak, işte vakitsiz kaçmaya uğraşıyor. Ben
ise, ölüm dirim boğuşuna düşmüşler misâli, isyanla teslimiyetin çalkantısı
arasında onu sımsıkı tutuyorum.
Kollarımı
boynuna doluyor, kulağına da, kimseye söylemediğim kelâmı fısıldıyorum.
Ammâ belki
de güneş, sırma saçaklı perdesini ağır ağır kaldıracak ve ona altın telli
kaftanını giydirip, yalvarsam da yakarsam da gene elimden alıp götürecek.
Bu gece
dağları sırtıma yüklesem ağırlık duymayacağım.
Göklere
tırmanıp yıldızdan yıldıza atlasam yorgunluk çekmeyeceğim. Kâinâtı kucaklayıp
göğsümde ezsem kanmayacağım, doymayacağım.
Zîrâ bütün
haşmetinle can evime geleceğin tuttu ey yürek yanığı!
Dünyâ
dünyâ olalı, seni anlatmak, beyâna getirmek için kâinâtın dudakları kurumuş,
nefesi kesilmiştir. Ne çâre ki anlatanla dinleyen, dertle derman gibi, hep
birbirleriyle nizâda hep birbirlerine yabancı kalmışlardır.
Kulağıma
bir ses çalınıyor. Esâretine gönül verdiğim için beni kınayanlar olduğunu
duyuyorum.
Haklı
haksız diye iki ayrı renk isbat etmekten utanır olduktan sonra, ne diye gam
çekeyim? Yeryüzünün endâzeleri ile ölçüp biçenlere nasıl hak verilmez?
Acabâ
onlara, sana esîr olduktan sonra azatlığın tadına dudak değdirdiğimi söylesem
mi dersin, ey gönül yanığı ?
Su, dere
içindeki taşın etrâfında nasıl fıkır fıkır kaynar, köpürüp döner, kıvrılır,
kıvranır,, düğümlenir olur, ammâ gene de çözülüp süzülerek akarsa, ben de seni
yerinden sökmek istercesine sarsar, tartaklar, fakat saplandığın yerden bir
adım bile kımıldamadan, mağlûp ve yorgun yoluma devam ederim ey gönül yanığı!
Sh: 54-55
Ağlamak
istiyorum; bana, gül... diyorsun.
Başımı
alıp dağ tepe giden ben olayım; diyorum. Yok, seni buraya ben bağladım,
çözülemezsin, diye ayak diriyorsun.
Didik
didik olmuş bir yüreğim var; kimden yedim bu silleyi, diyorum. Kanlı hançerini
eteklerimin kıvrımlarına saklayıp: "Bilmem ki ben de onu arıyorum"
diye, şaşırtmacaya kaçıyorsun.
Kimseyi
istemiyorum, kimse ile konuşacak tek kelâmım kalmadı, diyorum. Sırtıma dünyâ
kamçısını çalıp, beni zorla beşer nev'inin kesâfetlerine sürüyorsun.
Ah ne olur
boşalsam, boşalsam, düşünmesem, duymasam... diyorum. İçime, biri çekilirken
biri saldıran fikir dalgaları yuvarlıyorsun.
Azıksızım,
can boğazıma geldi, beni doyur; diyorum. Ya! Demek hâlâ ölmedin, hâlâ candan
söz açacak kudretin var, diye, sitemlerin en acısını revâ görüyorsun.
Yorgunum;
yaşamaktan yoruldum, diyorum. Hakkın var, diye başımı okşayacağın yerde, koşup,
bu durmak vakti yaklaşan hayat zembereğini kendi elinle yeniden kuruyorsun.
Öyle ise,
gölgesini hazmetmiş bir ağaç gibi, ben de sırlarımı içime çeker, kimseye
göstermem, diye serkeşlik edecek oluyorum. Onlara ne efsün okuyor, ne yapıyorsun
ki, darıya koşan kuşlar gibi, bir işâretinle benden uçurup ayaklarının ucuna
indiriyorsun?
O zaman
sana küsüp, yüzümü gönlüme çeviriyor ve ona soruyorum: Nedir bu işkence, bu
istibdat? Ben köle miyim, efendi mi?
Ammâ gene
elin işe karışıyor, gönlümün dudaklarına basıp susturuyor ve gene sesin cevap
veriyor: "Seni bilmem ammâ, ben hem oyum, hem de bu!." diyorsun.
Ah, sen
daha nesin, nesin sen? Bâri insaf et, insaf et de ilerisini söyletme bana...
Sh: 70-71
Kapındayım.
Seni
bekliyorum.
Gözlerim
keskin olmasa da, ey adımlarının sesinde en yakıcı âhengi bulduğum!
Zaman ve
mesâfelerin ardından ayak seslerini dinliyor, Seni nerelerden, tâ nerelerden
izliyor, seçiyor, tanıyor, görüyorum.
Ya sen,
beni hatırlamak istediğin vakitler, başımı kapıya dayalı bekler görüyor musun?
Yoksa,
iftiharla tahammül ettiğim, ıztırâbımın ağırlığından omuzlarına düşen paya
dayanamaz olup da, başka taraflara mı bakıyorsun?
Gözü
gözlerini arayan bu hayâli atlıyor da, düşünmeden, görmeden geçmek mi
istiyorsun?
Belki,
evet belki...
Bilirim.
Gövdesine
taş bağlayıp denize atılan bir cisim gibi yüze fırlamasını önlediğin
tahassüslerin vardır. Belki, gönlüne yol bulmuş acılarımın da, ayağına taş bağlayıp
derinlere gömmüşsündür. Yaparsın; ah sen herşeyi yaparsın.
Öyle ise,
ey kanıma susamışlığının şerefini bir nefeste içtiğim! Ben de seni taklit
edeceğim. Bilirsin ki tuttuğunu koparan bir vahşîyim. Yemîn ederim ki, gözü
sevdâsından gayriyi görmez Mecnun misâli, nasıl cümle âlemden saklanıyorsam,
sana da öyle yapacağım.
İstersen,
dağların bayırların, gecelerin gündüzlerin ardından uzanıp elimi tutabilirsin.
İstersen, gene mesâfelerin arkasından yüzüme bakar, saçlarımı okşar, gözlerimi
arayıp bulur, şu zayıf vücûdu tasarrufun pençesi ile yerden yere
sürükleyebilirsin. Ammâ acımı göremez, tutamaz,
bilemez, anlayamazsın. Çünkü yemîn ettim, ne yapıp yapıp onu senden
saklayacağım.
Başım
kapıya dayalı, seni beklemeyeceğim.
Hırçınlık,
huysuzluk hattâ vefâsızlık edeceğim.
Seni
düşünmemek harâmını, kadehi elinde sabahlayan, bir ayyaş gibi doldurup
doldurup boşaltacak, içtikçe içeceğim.
Varsın
cümle âlem, benim senden şüphelendiğim gibi,
ıztırâbımdan kaçar olduğumu sanıp korkak desin.
İsterse
taşlasın, "Burada acısına dayanamayan bir miskin var!" diye sokak
sokak dellâllar bağırtsın.
Hepsine
râzıyım...
Sh:
161-162
Kaynak:
Sâmiha AYVERDİ, Dile Gelen Taş, Kubbealtı, I. Baskı: 1999, İstanbul