| |
Hzl: İhsan ERKUL
Tasavvuf ve tarikatlardaki eğitim ve terbiye işine
verilen genel ad seyr u sülüktür. Yani Hakk’a vâsıl olmadır. Tasavvuf
ıstılâhında seyr, cehâletten ilme kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fâni
varlığından Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülük ise mânevi yola girmiş kişiyi
Hakk’a vâsıl olmaya hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Seyr’in başı sülük, sonu
vusûldür. Yani Hakk’a vuslattır[1]
Bu âlemde gerçek maksad, Allah Teâlâ’dır. İnsanoğlu
varlığının başlangıcından îtibâren, bu yüce gâyaye götüren yollan aramıştır.[2]
Bu arayış insanoğluna O’na yaklaşmada birçok yollann bulunduğunu göstermiştir.
Zîrâ Allah, Kur’an-ı Kerîm’de: “O’na yaklaşmaya vesîle (yol) arayın”[3]
buyurmuştur. Bu âyetle Allah, bütün mü’minlere kendisine yaklaşmada bir vesîle,
bir yol aramalarını emretmiştir.
Mutasavvıflar, “Allah’a götüren yollar yaratıkların nefesleri
sayısıncadır”1 demişlerdir. Yanyalızâde’ye göre kâinattaki hikmetleri ve İlâhî
kemâlâtı tefekkür, tâat, ibâdet, nefs mücâdelesi, kalb tasfiyesi, tehzîb-i
ahlâk bu yollardan bazılarıdır. Ancak ona göre en sağlam yol, -âyette de
geçtiği üzere- kulun vesîle ve vâsıta tâleb etmesidir. O vesilenin ise,
mürşid-i kâmil olduğunu söyler. Mürşidin vâsıtasıyla, en büyük vesîle olan Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem)’in şerîatine ittibâ ile Allah’a yaklaşmanın ve vusûlün hâsıl
olacağım belirtir. Mürşid-i kâmil bulunmaz ise, geriye kalan yollar arasında, salât ü selâmı,
en sağlam yol olarak gösterir. Doğrudan doğruya salât ü selâmın vâsıtasıyla Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e yaklaşılacağını[4] [5]
sonra, O’nun rûhâniyyetinin irşâdıyla da Allah’a yaklaşılabileceğini savunur. Ta’rifu’s-seyr şârihi Yanyalızâde Muhammed
Abdülkerim, el-Meslekü’l-kavî’ de Şeyh Yusuf Efendi’nin de mürşid
bulamayan kimselere bu yolu tavsiye ettiğini, risâlesini de bu husûsa binâen
yazdığım da ifâde eder.[6]
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e ittibâ
ve itâat ile yaklaşanlar, Allah’a vusûl için bulunan diğer vesîle ve
vâsıtaların hepsini kazanmış ve muhabbet-i Rasûl vâsıtasıyla muhabbetullâhı
elde etmiş olur.[7]
Zîrâ, “De ki: Eğer Allah ’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’da sizi sevsin”[8]
âyet-i kerîmesi buna delildir. Şerhü’s-salâti’l-meşîşiyye’nin tahkikini
yapan ve buna uzun bir mukaddime yazan, Bessâm Muhâmmed Bârud’un görüşü,
Yanyalı’nın görüşünü teyid eder niteliktedir. O’na göre, ârifbillah olanlar Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e salavât ile yaklaşmışlardır.[9]
Vâsıl olanların hepsi (vasılîn), âriflerin hepsi (ârifîn), sevenlerin hepsi
(muhibbîn), sevilenlerin hepsi (mahbûbîn) hep salavât ile vâsıl olmuşlardır.
Herhangi bir makâma ulaşanların hepsi O’na çokça salât ü selâm getirmekle bu
makâmlan elde etmişlerdir.[10]
Yanyalızâde risâlesinde salât ü selâm vâsıtasıyla
Allah’a vusûlü şöyle îzâh etmiştir: Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
üzerine çokça salât ü selâm getirmek, o kimsenin Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile bire bir tanışmasına1 ve O’nun tarafından
bilinmesine[11]
[12]
sebep olur. “Şüphesiz, seven sevdiğine itâat eder”[13] sözü
gereğince, salât ü selâm kulun O’na itâat etmesine ve teslim olmasına, Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in de ona muhabbet ve şefâat etmesine
sebep olur. Şüphesiz çokça salât ü selâm getiren kimsenin ismi o nisbette O’nun
huzûrunda zikrolunur[14]
ve o kimseye rûhâniyyet-i nebevi, uyku ve yakaza hallerinde mürşid-i kâmil
makâmına kâim olur.[15]
Zîrâ kişi Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e âcizâne olarak
gücü yettiği kadar salât ü selâm getirdiğinde, Allah’da Rabb olması hasebiyle o
kula salât ü selâm eder ki, bu yüce mertebeye başka hiçbir ibâdetle vâsıl
olunmaz. Ve bu hâl o kişide devâm ettikçe dünyevî ve uhrevî arzulan için
mürşide ihtiyacı kalmaz. Yani salât ü selâm
ona mürşid-i kâmil makâmına kâim olur. Böylece bir husûsu keşf ve îzâh veya
sülük makâmlarına lâzım olan irşâd ve terbiyeyi almak için doğrudan doğruya
Rûhâniyyet-i Muhammediyye’den istimdâd eder. Böylece sıkıntıya düştüğü
hususları O’na sorup tavsiyeleriyle amel eder.[16] Bu şekilde terbiye olup, Allah’a vâsıl olur. Ve rûhâniyyetten terbiye alan
bu kimselere, -ister doğrudan doğruya rûhâniyyet-i Rasûl’den olsun, ister
âhirete intikâl eden geçmiş evliyâların rûhâniyyetinden olsun- “Üveysî”
denilir.[17]
Nitekim mutasavvıfların beyânâtına göre geçmiş evliyâların rûhâniyyetinden
terbiye alan bir çok zevât vardır.[18] Konumuzla
irtibâtlı olması hasebiyle “Üveysî" kavramı üzerinde kısaca durmak
istiyoruz.
Tasavvuf tarihinde, “Üveysî” kavramı,
Yemen’deki Karen köyüne mensûb tâbiînden Üveys bin Âmir el-Kârenî’ye nisbet
olarak kullamlmışür.1 Zîrâ bu zât, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi
ve sellem)’in yaşadığı dönemde yaşamış ama O’nunla görüşme şerefine eremediği
için sahâbî sayılmayan, fakat Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
hayatta iken gıyâben, vefatından sonra da rûhâniyyet-i nebevi’den terbiye olup
ehlullâhdan olmuştur.[19]
[20]
[21]
Üveys, tasavvuf tarihinde Üveysîlik meşrebinin sembolü olmuştur. Üveysîlik
zâman içinde “bir mürşidden görüşmeden manevî yolla; rüyâ tarikıyla feyz
almanın” adı olmuştur. Nitekim Üveys de bizzat Hz. Peygamber ile
görüşememiş; fakat kalbî bağlılığıyla feyz almıştır.[22] Ahmet Yaşar Ocak, “Veysel Kareni ve Üveysîlik” adlı çalışmasında, Üveysîliğin
doğrudan doğruya Veysel Kareni ile organik bir bağlantısının olmadığını
savunur. Sebeb olarak da, Üveysîliğin Kadirîlik veya Nakşîlik
gibi, kurucusunun ismiyle anılan bir tarikat olmamasını göstermiştir. Bu
sözlerine delil olarak da, Veysel Karenî’nin çağında hiç bir tarikatın
bulunmamasını hatta bildik hüviyetiyle tasavvufun dahi mevcut olmamasını
göstermiştir. Yalnız sûfî geleneğinin Veysel Karanî’den yüzlerce yıl sonra
bizzat onun tarafından kurulmuş bir Üveysiyye tarikatını ortaya çıkardığını ve
mensuplarına da üveysî denildiğini zikretmiştir.[23]
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda doğrudan doğruya Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in rûhâniyyeti vâsıtasıyla irşâd
edildiklerini söyleyen sûfîler tarafından bir takım tarikatlar kurulmuştur.
Önce Fas’ta, daha sonra Cezayir’de yayılan Tîcânîyye Tarikatı, Ahmet et- Tîcânî[24]
(ö.1231/1815); önce Cezayir’de ortaya çıkıp sonra Libya’da gelişen Senûsî
hareketi, Muhammed es-Senûsî (ö. 1276/1859) bunlardandır.1
Tasavvuf tarihine bakıldığında Üveysîlik kısaca şu beş
grup sûfîyi içine alan bir zümre olarak görülmektedir.2 Bunlar:
1.
Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem)’in veya büyük peygamberlerden birinin rûhâniyyetinden nasîb
alanlar,
2.
Veysel Karenî’nin
rûhâniyyeti ile irşâd olunanlar,
3.
İlk dört halîfeden
birinin rûhâniyyetinden feyz alanlar,
4.
Herhangi bir büyük
şeyhin veya kutbun rûhâniyyetinden irşâd edilenler,
5.
Bizzat Hızır
(aleyhisselâm) aracılığıyla velâyet mertebesine erişenler.3
Görüldüğü gibi bu beş grubta da ortak olan nokta, daha
önce yaşamış birinin rûhâniyyetinden feyz almaktır. Sûfîlere göre cismânî
sohbet olduğu gibi rûhânî sohbet de vardır. Fakat bu, çok zor olup nâdir
kişilere nasip olan bir durumdur.4 Zîrâ Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile berzâh âleminde kurulacak dostluk, ancak dupduru bir
gönülle mümkün olur. Böylece kul, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile
kalbî râbıta kurmaya elverişli hâle gelir. Kimin açığa çıkması durumunda hem
dünyâda hem de âhirette utanç duyacağı bir gizli günahı varsa, onun Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile dostluğa elverişli olmadığı
söylenmiştir.5
Muhammed Mehdî el-Fâsî, “Salât ü selâmın tesir gücü, tenvirdeki faydası,
himmet makamına yükseltmesi tecrübe ile vârid olmuştur.6 Bu yüzden; salât ü selâm kişinin kemâle ermesinde ve terbiye olmasında
mürşid-i kâmil gibidir.” 1 demektedir. Fâsî’ye göre, salât ü selâm, kulun kemâle
erişmesi ve eksikliklerini tamamlaması ve i’tidâl üzere yürümesi yönünde bütün
sırlan bünyesinde banndıran bir vâsıtadır. Çünkü salât ü selâmda Allah ve
Resûlü birlikte zikredilir. Bundan dolayı, sırf zikre devâm etmede ısrarcı
olmak i‘tidâlden sapmaya (inhirâf) sebeb olur. Ayrıca evsâfı tutuşturan
nûrâniyyeti beraberinde getirir. Zîrâ sadece zikrullahın kişinin tebâyîsinde
var olan harâretin yükselmesine sebep olduğunu, salât ü selâmın ise tebâyîde
zikrullâhla tutuşan bu harâreti giderdiğini belirtir. Nefsi ve rûhu takviye ettiğim ve bir su vazifesi gördüğünü söyler. Bu
açıdan bakıldığında salât ü selâmın şeyhin terbiye makamı yerine kâim olduğunu
dile getirir. Yanyalızâde de risâlesinde hemen hemen aym ifâdelerle
bu husustan bahsetmiştir. Salât ü selâmla
meşgûl olan kimsenin kemâl ve tekemmülüne bir i’tidâlin hâsıl olduğunu, bu
i’tidâlin ise yalnız salât ü selama mahsus bir “sırr-ı mektûm” olduğunu
zikretmiştir. Zîrâ mürşidsiz yapılan diğer ibâdet ve zikirlere
çokça devam edildiğinde elde edilen nûrâniyyetin sâlikin beşerî sıfatında
inhirâf (sapma) ve tebâyîsinde şiddetli bir harâret oluşturduğunu belirtmiştir.
Salât ü selâmın ise bu inhirâf ve harâreti gidermekle beraber, sâlikin nüfûsunu
güçlendirdiğim söylemiştir. Kendine mahsûs olan bu özelliğinden dolayı salât ü
selâmın, mürşid-i kâmil bulamayanların irşâd ve terbiyesinde mürşid-i kâmil
makâmına kâim olduğunu bilhassa vurgulamıştır.[25]
el-Meslekü’l-kavî müellifi Yanyalızâde
Muhammed Abdülkerim, İmâm Senûsî’nin Muhtasârü’l-akîde (Şerhu’l-akîdetü’s-suğrâ
olarak da bilinir) eserinden uzun bir alıntı yapmak suretiyle O’nun görüşünü
aktarır. İmam Senûsî’ye[26]
göre yüce makâmların elde edilmesinde en yüce vesîle, Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem)’e muhabbet, tevessül ve çokça salât ü selâm getirmektir.
Salât ü selâm getiren kimseye Allah’ın on kere salât ü selâm getirmesinin[27]
fazileti o kimse için yeterlidir. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden birkaç zâtın
kitaplarında, “Kim ki, terbiye
ve irşâd şeyhleri olan mürşid-i kâmilleri bulamazsa, Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) üzerine çokça salât ü selâm getirsin. O kimse maksûduna vâsıl
olur. Yani Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in rûhâniyyeti mürşid
olup onu terbiye ve irşad eder'1 ifâdelerini gördüğünü söylemiştir. Onların bu görüşlerinin delîli de Ebu
Hureyre’den rivâyet edilen hadîs-i şeriftir. Ebu Hureyre (radiyallâhü anh),
gücü ölçüsünde bütün vakitlerini salât ü selâmla geçirmeye niyet ettiği vakit,
bunu Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’ e arz etmiş, Hz. Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’de ona: “Bu takdirde (dünyevî ve uhrevî)
dilediğin kabul edilir, günahın affedilir”[28] diye
buyurmuştur. Bu yüzden, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e gücü
nisbetinde çokça salât ü selâm getiren kimse, niyet ettiği maksatlara ulaşır.[29]
Ayrıca salât ü selâmın kulun hidâyetine, kalbinin
hayat bulmasına sebep olduğu anlaşılmaktadır.[30] Çünkü
kişi Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e salât ü selâmı çoğaltırsa
kalbini O’nun muhabbeti istilâ eder. Böylece onun kalbinde Hz. Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem)‘in emirleriyle çatışan hiçbir şey kalmaz. O’na
gelen hiçbir şeyden şüphe etmediği gibi O’nun getirdiği her şey kalbine
yazılır. Böylece O’ndan elde ettiği çeşitli ilimlerle felâh ve hidâyeti yakalar.
Her ne zaman bu konudaki basireti artıp marifeti güçlenirse O’na olan salâtı da
artar. Bunun içindir ki, ârifînden olan ehl-i ilmin salâtı, O’nun sünnetine
yapışmakla olmuş ve O’na tâbî olanların hidâyetteki sebâtlanyla
neticelenmiştir.[31]
Yanyalızâde Muhammed Abdülkerim, risâlesinin sonunda
bütün bu açıklamalardan sonra sâliki dünyâ ve âhirette maksûduna ulaştıracak ve
adına “tarîk-ı makbûl” dediği yolu altı maddede şöyle özetler:
1.
Sahih bir i‘tikâd,
2.
Sâlih amel işlemek,
harâm ve mekrûhlardan kaçınmak,
3.
Farz, vâcib ve
sünnet-i müekkedeleri edâ etmek,
4.
Helâl rızkın peşinde
olmak tahrîmen mekrûh bile olsa harâmdan kaçınmak,
5.
Gayr-ı müekked bile
olsa sünnetleri terk etmemek, bidatlerden kaçınmak ve bu hâl üzere devam etmek,
6.
Bunlara devam ederken
niyetin Allah rızası için olması.[32]
Yanyalı bu temel husûsları zikrettikten sonra, sözü
konuya getirir ve bizimde paylaştığımız şu görüşü ileri sürer: Bu zikredilen
hususların yanında çoğu zaman yahut Cenâb-ı Hakk kuvvet verirse her zaman, Hz.
Peygâmber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e salat ü selâmla meşgûl olan kimse,
dünyâ ve âhirette arzuladığı şeye kavuşur. Bu ehlullah tarafından
bildirilmiştir. Sâlik olanlarca da tecrübe edilip, maksatlarının gerçekleştiği
sâbittir. Bu hâle devam eden kimseye, evliyâda görülen vecd ve kerâmet gibi
haller olmasa bile, bunun kerâmet olarak yeterli olacağım beyân eden
Yanyalızâde, şu tavsiyede de bulunmaktan geri durmamıştır:
“Hakîki zevk ve felâhı elde etmek için sadece işiten
olmayıp bu tarîk-i makbûle sâlik olan kutlu zümreye girmek gerekir.”
Netice olarak, salât ü selâm, sülûka girmiş bir mürîd
için, yapacağı diğer zikirler içerisinde, Hakk’a kurbiyyeti sağlayan en önemli
virdi ve Allah’a giden hidâyet kapısının anahtarıdır. Çünkü Hz. Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem), sâlik ile Allah arasında bir vâsıta, Allah’ı
tanıtan bir rehberdir.[33]
Sh: 95-102
Kaynak: İhsan ERKUL, Yanyalızâde’nin El-Meslekü’l-Kavî Li
Tahsıli’t-Tarıki’l-Üveysı Risâlesi Ve Tasavvufta Üveysîlik, T.C. Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyât Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim
Dalı Yüksek Lisans Tezi ,İstanbul 2006
[2] Nitekim Hz. Adem (aleyhisselâm), tevbesinin
kabul edilmesinde Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i kendisine
vesîle yapmıştır, bkz. İsmail Hakkı Bursevî, a.g.e.,
s. 230.
[5] Nitekim Hadîs-i Şerifte şöyle buyurulmuştur:
“Şüphesiz kıyâmet gününde insanların bana en yakını bana en çok salât ü selâm
getirenlerdir.” bkz. Tirmizî, salât, 357.
[16]
Fîrûzâbadî, es-Sılâtü
ve’l-büşer’de Şeyh
Nûreddin Şevnî’ nin
günde 30.000, Ahmet Zevavî’ nin 40.000 salât
u selâm getirdiklerini zikretmiştir. Ayrıca Ahmed Zevâvî’nin kendisine
söylediği şu sözleri nakletmiştir:
“Bizim yolumuz, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’e salât ü selâmı çokça getirmektir. Bu sayede Rasûlullah, meclisimize
yakaza halinde şeref verir, ashâb-ı kirâm gibi kendisiyle sohbet eder,
dinimizin bazı kapalı yönlerini, şüpheli ve zayıf olarak anlatılan hadîslerin
doğruluk derecelerini kendisinden sorar, tavsiyeleriyle amel ederiz. Fazlaca
salât u selâm getirmemizle bu imkâna kavuşuruz. Kendisini meclisimizde
görmediğimiz takdirde, yaptığımız salât ü selâmların az olduğunu anlarız.” bkz. Firûzâbâdî, a.g.e.,
trc. H. Hâfız Mustafa Demirkan, H. Hâfız İsmail Tavman, s. 21-22.
[18] Geçmiş evliyâlann rûhâniyetinden terbiye
alan mutasavvıflann en meşhurları şunlardır: Bayezîd-i Bistâmî hazretleri,
Cafer-i Sâdık hazretlerinin rûhâniyyetinden, Ebü’l-Hasân Harakânî, Bayezîd-i Bistâmi hazretlerinin
rûhâniyyetinden ve Bahâüddin Nakşbend hazretleri, zâhirî mürşidi Emir
Külâl olmakla beraber, Abdü’l-Hâlık Gücduvânî nin rûhâniyetinden terbiye
almış ve böylece nâil-i merâm olmuşlardır. Ayrıca Ta‘rîfü ’s-seyr ve’s-sülûk
müellifi Şeyh Yûsuf Efendi mürşidi olan Beyzade Mustafa Efendi'
yi görmeden mektûbu ile rûhâniyyetinden gıyâben terbiye almış o da Üveysî
zümresine dâhildir, bkz. el-Meslekü’l-kavî, s. 26.
[24] Ticâniyye Tarîkatının kurucusudur. Mürşid olarak sadece
Hz. Peygamber (s.a.)’i kabûl eder. Tarîkatına, Tarîkat-ı Muhammediyye ismini
vermiştir. Aynı şekilde Senûsiyye ve
Kettâniyye Tarîkatları da Tarîkat-ı
Muhammediyye ismiyle tanınmaktadır. Ayrıca Seyyid Ahmed eş-Şerif Allah
ile değil, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in rûhâniyyetiyle
bütünleşmek gerektiğini ısrarla vurgular. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’le bütünleşmek için, kişinin Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’i sûreten ve sîreten tefekkür etmesi, O’nunla güçlü bir râbıta kurması,
O’nun sünnetine sımsıkı sarılması, hadîs-i şerifleri içtenlikle benimsemesi,
O’na saygı ve hürmette kusur etmemesi gerekmektedir. O denli güçlü tefekkürde
bulunmalı ki, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e duyulan sevgi ve
saygıdan dolayı, O’nun ismini dilinden düşürmemesi, hilye-i saâdetlerini
hayâlinde, tasavvurunda canlı tutmalıdır. Çünkü, yegâne rehber ve mürşid Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’dir. bkz. Jamil M. Abu’n-Nasr, Son Dönem Tasavvuf Akımlarından Ticâniyye
ve Tekrûr Hareketi, trc. Kadir Özköse, Ankara 2000, s. 39