Ana içeriğe atla

ŞEYHİ OLMAYANLAR İÇİN SALÂT Ü SELÂM İLE SEYR U SÜLÜK

|


Hzl: İhsan ERKUL
Tasavvuf ve tarikatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr u sülüktür. Yani Hakk’a vâsıl olmadır. Tasavvuf ıstılâhında seyr, cehâletten ilme kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fâni varlığından Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülük ise mânevi yola girmiş kişiyi Hakk’a vâsıl olmaya hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Seyr’in başı sülük, sonu vusûldür. Yani Hakk’a vuslattır[1]
Bu âlemde gerçek maksad, Allah Teâlâ’dır. İnsanoğlu varlığının başlangıcından îtibâren, bu yüce gâyaye götüren yollan aramıştır.[2] Bu arayış insanoğluna O’na yaklaşmada birçok yollann bulunduğunu göstermiştir. Zîrâ Allah, Kur’an-ı Kerîm’de: “O’na yaklaşmaya vesîle (yol) arayın”[3] buyurmuştur. Bu âyetle Allah, bütün mü’minlere kendisine yaklaşmada bir vesîle, bir yol aramalarını emretmiştir.
Mutasavvıflar, “Allah’a götüren yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır”1 demişlerdir. Yanyalızâde’ye göre kâinattaki hikmetleri ve İlâhî kemâlâtı tefekkür, tâat, ibâdet, nefs mücâdelesi, kalb tasfiyesi, tehzîb-i ahlâk bu yollardan bazılarıdır. Ancak ona göre en sağlam yol, -âyette de geçtiği üzere- kulun vesîle ve vâsıta tâleb etmesidir. O vesilenin ise, mürşid-i kâmil olduğunu söyler. Mürşidin vâsıtasıyla, en büyük vesîle olan Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in şerîatine ittibâ ile Allah’a yaklaşmanın ve vusûlün hâsıl olacağım belirtir. Mürşid-i kâmil bulunmaz ise, geriye kalan yollar arasında, salât ü selâmı, en sağlam yol olarak gösterir. Doğrudan doğruya salât ü selâmın vâsıtasıyla Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e yaklaşılacağını[4] [5] sonra, O’nun rûhâniyyetinin irşâdıyla da Allah’a yaklaşılabileceğini savunur. Ta’rifu’s-seyr şârihi Yanyalızâde Muhammed Abdülkerim, el-Meslekü’l-kavî’ de Şeyh Yusuf Efendi’nin de mürşid bulamayan kimselere bu yolu tavsiye ettiğini, risâlesini de bu husûsa binâen yazdığım da ifâde eder.[6]
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e ittibâ ve itâat ile yaklaşanlar, Allah’a vusûl için bulunan diğer vesîle ve vâsıtaların hepsini kazanmış ve muhabbet-i Rasûl vâsıtasıyla muhabbetullâhı elde etmiş olur.[7] Zîrâ, “De ki: Eğer Allah ’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’da sizi sevsin[8] âyet-i kerîmesi buna delildir. Şerhü’s-salâti’l-meşîşiyye’nin tahkikini yapan ve buna uzun bir mukaddime yazan, Bessâm Muhâmmed Bârud’un görüşü, Yanyalı’nın görüşünü teyid eder niteliktedir. O’na göre, ârifbillah olanlar Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e salavât ile yaklaşmışlardır.[9] Vâsıl olanların hepsi (vasılîn), âriflerin hepsi (ârifîn), sevenlerin hepsi (muhibbîn), sevilenlerin hepsi (mahbûbîn) hep salavât ile vâsıl olmuşlardır. Herhangi bir makâma ulaşanların hepsi O’na çokça salât ü selâm getirmekle bu makâmlan elde etmişlerdir.[10]
Yanyalızâde risâlesinde salât ü selâm vâsıtasıyla Allah’a vusûlü şöyle îzâh etmiştir: Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) üzerine çokça salât ü selâm getirmek, o kimsenin Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile bire bir tanışmasına1 ve O’nun tarafından bilinmesine[11] [12] sebep olur. “Şüphesiz, seven sevdiğine itâat eder”[13] sözü gereğince, salât ü selâm kulun O’na itâat etmesine ve teslim olmasına, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in de ona muhabbet ve şefâat etmesine sebep olur. Şüphesiz çokça salât ü selâm getiren kimsenin ismi o nisbette O’nun huzûrunda zikrolunur[14] ve o kimseye rûhâniyyet-i nebevi, uyku ve yakaza hallerinde mürşid-i kâmil makâmına kâim olur.[15] râ kişi Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e âcizâne olarak gücü yettiği kadar salât ü selâm getirdiğinde, Allah’da Rabb olması hasebiyle o kula salât ü selâm eder ki, bu yüce mertebeye başka hiçbir ibâdetle vâsıl olunmaz. Ve bu hâl o kişide devâm ettikçe dünyevî ve uhrevî arzulan için mürşide ihtiyacı kalmaz. Yani salât ü selâm ona mürşid-i kâmil makâmına kâim olur. Böylece bir husûsu keşf ve îzâh veya sülük makâmlarına lâzım olan irşâd ve terbiyeyi almak için doğrudan doğruya Rûhâniyyet-i Muhammediyye’den istimdâd eder. Böylece sıkıntıya düştüğü hususları O’na sorup tavsiyeleriyle amel eder.[16] Bu şekilde terbiye olup, Allah’a vâsıl olur. Ve rûhâniyyetten terbiye alan bu kimselere, -ister doğrudan doğruya rûhâniyyet-i Rasûl’den olsun, ister âhirete intikâl eden geçmiş evliyâların rûhâniyyetinden olsun- “Üveysî” denilir.[17] Nitekim mutasavvıfların beyânâtına göre geçmiş evliyâların rûhâniyyetinden terbiye alan bir çok zevât vardır.[18] Konumuzla irtibâtlı olması hasebiyle “Üveysî" kavramı üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Tasavvuf tarihinde, “Üveysî” kavramı, Yemen’deki Karen köyüne mensûb tâbiînden Üveys bin Âmir el-Kârenî’ye nisbet olarak kullamlmışür.1 Zîrâ bu zât, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yaşadığı dönemde yaşamış ama O’nunla görüşme şerefine eremediği için sahâbî sayılmayan, fakat Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) hayatta iken gıyâben, vefatından sonra da rûhâniyyet-i nebevi’den terbiye olup ehlullâhdan olmuştur.[19] [20] [21] Üveys, tasavvuf tarihinde Üveysîlik meşrebinin sembolü olmuştur. Üveysîlik zâman içinde “bir mürşidden görüşmeden manevî yolla; rüyâ tarikıyla feyz almanın” adı olmuştur. Nitekim Üveys de bizzat Hz. Peygamber ile görüşememiş; fakat kalbî bağlılığıyla feyz almıştır.[22] Ahmet Yaşar Ocak, “Veysel Kareni ve Üveysîlik adlı çalışmasında, Üveysîliğin doğrudan doğruya Veysel Kareni ile organik bir bağlantısının olmadığını savunur. Sebeb olarak da, Üveysîliğin Kadirîlik veya Nakşîlik gibi, kurucusunun ismiyle anılan bir tarikat olmamasını göstermiştir. Bu sözlerine delil olarak da, Veysel Karenî’nin çağında hiç bir tarikatın bulunmamasını hatta bildik hüviyetiyle tasavvufun dahi mevcut olmamasını göstermiştir. Yalnız sûfî geleneğinin Veysel Karanî’den yüzlerce yıl sonra bizzat onun tarafından kurulmuş bir Üveysiyye tarikatını ortaya çıkardığını ve mensuplarına da üveysî denildiğini zikretmiştir.[23]
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda doğrudan doğruya Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in rûhâniyyeti vâsıtasıyla irşâd edildiklerini söyleyen sûfîler tarafından bir takım tarikatlar kurulmuştur. Önce Fas’ta, daha sonra Cezayir’de yayılan Tîcânîyye Tarikatı, Ahmet et- Tîcânî[24] (ö.1231/1815); önce Cezayir’de ortaya çıkıp sonra Libya’da gelişen Senûsî hareketi, Muhammed es-Senûsî (ö. 1276/1859) bunlardandır.1
Tasavvuf tarihine bakıldığında Üveysîlik kısaca şu beş grup sûfîyi içine alan bir zümre olarak görülmektedir.2 Bunlar:
1.   Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in veya büyük peygamberlerden birinin rûhâniyyetinden nasîb alanlar,
2.    Veysel Karenî’nin rûhâniyyeti ile irşâd olunanlar,
3.    İlk dört halîfeden birinin rûhâniyyetinden feyz alanlar,
4.    Herhangi bir büyük şeyhin veya kutbun rûhâniyyetinden irşâd edilenler,
5.    Bizzat Hızır (aleyhisselâm) aracılığıyla velâyet mertebesine erişenler.3
Görüldüğü gibi bu beş grubta da ortak olan nokta, daha önce yaşamış birinin rûhâniyyetinden feyz almaktır. Sûfîlere göre cismânî sohbet olduğu gibi rûhânî sohbet de vardır. Fakat bu, çok zor olup nâdir kişilere nasip olan bir durumdur.4 Zîrâ Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile berzâh âleminde kurulacak dostluk, ancak dupduru bir gönülle mümkün olur. Böylece kul, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile kalbî râbıta kurmaya elverişli hâle gelir. Kimin açığa çıkması durumunda hem dünyâda hem de âhirette utanç duyacağı bir gizli günahı varsa, onun Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile dostluğa elverişli olmadığı söylenmiştir.5
Muhammed Mehdî el-Fâsî, “Salât ü selâmın tesir gücü, tenvirdeki faydası, himmet makamına yükseltmesi tecrübe ile vârid olmuştur.6 Bu yüzden; salât ü selâm kişinin kemâle ermesinde ve terbiye olmasında mürşid-i kâmil gibidir.” 1 demektedir. Fâsî’ye göre, salât ü selâm, kulun kemâle erişmesi ve eksikliklerini tamamlaması ve i’tidâl üzere yürümesi yönünde bütün sırlan bünyesinde banndıran bir vâsıtadır. Çünkü salât ü selâmda Allah ve Resûlü birlikte zikredilir. Bundan dolayı, sırf zikre devâm etmede ısrarcı olmak i‘tidâlden sapmaya (inhirâf) sebeb olur. Ayrıca evsâfı tutuşturan nûrâniyyeti beraberinde getirir. Zîrâ sadece zikrullahın kişinin tebâyîsinde var olan harâretin yükselmesine sebep olduğunu, salât ü selâmın ise tebâyîde zikrullâhla tutuşan bu harâreti giderdiğini belirtir. Nefsi ve rûhu takviye ettiğim ve bir su vazifesi gördüğünü söyler. Bu açıdan bakıldığında salât ü selâmın şeyhin terbiye makamı yerine kâim olduğunu dile getirir. Yanyalızâde de risâlesinde hemen hemen aym ifâdelerle bu husustan bahsetmiştir. Salât ü selâmla meşgûl olan kimsenin kemâl ve tekemmülüne bir i’tidâlin hâsıl olduğunu, bu i’tidâlin ise yalnız salât ü selama mahsus bir “sırr-ı mektûm” olduğunu zikretmiştir. Zîrâ mürşidsiz yapılan diğer ibâdet ve zikirlere çokça devam edildiğinde elde edilen nûrâniyyetin sâlikin beşerî sıfatında inhirâf (sapma) ve tebâyîsinde şiddetli bir harâret oluşturduğunu belirtmiştir. Salât ü selâmın ise bu inhirâf ve harâreti gidermekle beraber, sâlikin nüfûsunu güçlendirdiğim söylemiştir. Kendine mahsûs olan bu özelliğinden dolayı salât ü selâmın, mürşid-i kâmil bulamayanların irşâd ve terbiyesinde mürşid-i kâmil makâmına kâim olduğunu bilhassa vurgulamıştır.[25]
el-Meslekü’l-kavî müellifi Yanyalızâde Muhammed Abdülkerim, İmâm Senûsî’nin Muhtasârü’l-akîde (Şerhu’l-akîdetü’s-suğrâ olarak da bilinir) eserinden uzun bir alıntı yapmak suretiyle O’nun görüşünü aktarır. İmam Senûsî’ye[26] göre yüce makâmların elde edilmesinde en yüce vesîle, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e muhabbet, tevessül ve çokça salât ü selâm getirmektir. Salât ü selâm getiren kimseye Allah’ın on kere salât ü selâm getirmesinin[27] fazileti o kimse için yeterlidir. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden birkaç zâtın kitaplarında, Kim ki, terbiye ve irşâd şeyhleri olan mürşid-i kâmilleri bulamazsa, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) üzerine çokça salât ü selâm getirsin. O kimse maksûduna vâsıl olur. Yani Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in rûhâniyyeti mürşid olup onu terbiye ve irşad eder'1 ifâdelerini gördüğünü söylemiştir. Onların bu görüşlerinin delîli de Ebu Hureyre’den rivâyet edilen hadîs-i şeriftir. Ebu Hureyre (radiyallâhü anh), gücü ölçüsünde bütün vakitlerini salât ü selâmla geçirmeye niyet ettiği vakit, bunu Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’ e arz etmiş, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’de ona: “Bu takdirde (dünyevî ve uhrevî) dilediğin kabul edilir, günahın affedilir”[28] diye buyurmuştur. Bu yüzden, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e gücü nisbetinde çokça salât ü selâm getiren kimse, niyet ettiği maksatlara ulaşır.[29]
Ayrıca salât ü selâmın kulun hidâyetine, kalbinin hayat bulmasına sebep olduğu anlaşılmaktadır.[30] Çünkü kişi Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e salât ü selâmı çoğaltırsa kalbini O’nun muhabbeti istilâ eder. Böylece onun kalbinde Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)‘in emirleriyle çatışan hiçbir şey kalmaz. O’na gelen hiçbir şeyden şüphe etmediği gibi O’nun getirdiği her şey kalbine yazılır. Böylece O’ndan elde ettiği çeşitli ilimlerle felâh ve hidâyeti yakalar. Her ne zaman bu konudaki basireti artıp marifeti güçlenirse O’na olan salâtı da artar. Bunun içindir ki, ârifînden olan ehl-i ilmin salâtı, O’nun sünnetine yapışmakla olmuş ve O’na tâbî olanların hidâyetteki sebâtlanyla neticelenmiştir.[31]
Yanyalızâde Muhammed Abdülkerim, risâlesinin sonunda bütün bu açıklamalardan sonra sâliki dünyâ ve âhirette maksûduna ulaştıracak ve adına “tarîk-ı makbûl” dediği yolu altı maddede şöyle özetler:
1.                 Sahih bir i‘tikâd,
2.                 Sâlih amel işlemek, harâm ve mekrûhlardan kaçınmak,
3.                 Farz, vâcib ve sünnet-i müekkedeleri edâ etmek,
4.                 Helâl rızkın peşinde olmak tahrîmen mekrûh bile olsa harâmdan kaçınmak,
5.                 Gayr-ı müekked bile olsa sünnetleri terk etmemek, bidatlerden kaçınmak ve bu hâl üzere devam etmek,
6.                 Bunlara devam ederken niyetin Allah rızası için olması.[32]
Yanyalı bu temel husûsları zikrettikten sonra, sözü konuya getirir ve bizimde paylaştığımız şu görüşü ileri sürer: Bu zikredilen hususların yanında çoğu zaman yahut Cenâb-ı Hakk kuvvet verirse her zaman, Hz. Peygâmber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e salat ü selâmla meşgûl olan kimse, dünyâ ve âhirette arzuladığı şeye kavuşur. Bu ehlullah tarafından bildirilmiştir. Sâlik olanlarca da tecrübe edilip, maksatlarının gerçekleştiği sâbittir. Bu hâle devam eden kimseye, evliyâda görülen vecd ve kerâmet gibi haller olmasa bile, bunun kerâmet olarak yeterli olacağım beyân eden Yanyalızâde, şu tavsiyede de bulunmaktan geri durmamıştır:
“Hakîki zevk ve felâhı elde etmek için sadece işiten olmayıp bu tarîk-i makbûle sâlik olan kutlu zümreye girmek gerekir.”
Netice olarak, salât ü selâm, sülûka girmiş bir mürîd için, yapacağı diğer zikirler içerisinde, Hakk’a kurbiyyeti sağlayan en önemli virdi ve Allah’a giden hidâyet kapısının anahtarıdır. Çünkü Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), sâlik ile Allah arasında bir vâsıta, Allah’ı tanıtan bir rehberdir.[33]

Sh: 95-102
Kaynak: İhsan ERKUL,  Yanyalızâde’nin El-Meslekü’l-Kavî Li Tahsıli’t-Tarıki’l-Üveysı Risâlesi Ve Tasavvufta Üveysîlik, T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyât Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi  ,İstanbul 2006


[1] H. Kâmil Yılmaz, İslâm Tasavvufu, İstanbul 1996, s. 456.
[2]  Nitekim Hz. Adem (aleyhisselâm), tevbesinin kabul edilmesinde Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i kendisine vesîle yapmıştır, bkz. İsmail Hakkı Bursevî, a.g.e., s. 230.
[3] el-Mâide, 5/35.
[4]          el-Meslekü’l-kavî, s. 18.
[5] Nitekim Hadîs-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: “Şüphesiz kıyâmet gününde insanların bana en yakını bana en çok salât ü selâm getirenlerdir.” bkz. Tirmizî, salât, 357.
[6]          el-Meslekü’l-kavî, s. 18-20.
[7]          el-Meslekü’l-kavî, s. 20.
[8] Âİi İmrân, 3/31.
[9] Şerhü’s-salâti’l-meşîşiyye, Mukaddime, s. 9.
[10] a.g.e., s. 7-8.
[11] el-Meslekü’l-kavî, s. 91.
[12]         bkz. Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 10, 162; Bezzâr, Müsned, IV, 255.
[13] el-Meslekü’l-kavî, s. 91.
[14] bkz. Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 10,162; Bezzâr, Müsned, IV, 255.
[15] el-Meslekü’l-kavî, s. 91-92.
[16] Fîrûzâbadî, es-Sılâtü ve’l-büşer’de Şeyh Nûreddin Şevnî’ nin günde 30.000, Ahmet Zevavî’ nin 40.000 salât u selâm getirdiklerini zikretmiştir. Ayrıca Ahmed Zevâvî’nin kendisine söylediği şu sözleri nakletmiştir: “Bizim yolumuz, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e salât ü selâmı çokça getirmektir. Bu sayede Rasûlullah, meclisimize yakaza halinde şeref verir, ashâb-ı kirâm gibi kendisiyle sohbet eder, dinimizin bazı kapalı yönlerini, şüpheli ve zayıf olarak anlatılan hadîslerin doğruluk derecelerini kendisinden sorar, tavsiyeleriyle amel ederiz. Fazlaca salât u selâm getirmemizle bu imkâna kavuşuruz. Kendisini meclisimizde görmediğimiz takdirde, yaptığımız salât ü selâmların az olduğunu anlarız.” bkz. Firûzâbâdî, a.g.e., trc. H. Hâfız Mustafa Demirkan, H. Hâfız İsmail Tavman, s. 21-22.
[17] el-Meslekü’l-kavî, s. 24-26.
[18] Geçmiş evliyâlann rûhâniyetinden terbiye alan mutasavvıflann en meşhurları şunlardır: Bayezîd-i Bistâmî hazretleri, Cafer-i Sâdık hazretlerinin rûhâniyyetinden, Ebü’l-Hasân Harakânî, Bayezîd-i Bistâmi hazretlerinin rûhâniyyetinden ve Bahâüddin Nakşbend hazretleri, zâhirî mürşidi Emir Külâl olmakla beraber, Abdü’l-Hâlık Gücduvânî nin rûhâniyetinden terbiye almış ve böylece nâil-i merâm olmuşlardır. Ayrıca Ta‘rîfü ’s-seyr ve’s-sülûk müellifi Şeyh Yûsuf Efendi mürşidi olan Beyzade Mustafa Efendi' yi görmeden mektûbu ile rûhâniyyetinden gıyâben terbiye almış o da Üveysî zümresine dâhildir, bkz. el-Meslekü’l-kavî, s. 26.

[20]        el-Meslekü ’l-kavî, s. 26.
[21]         a.g.e., aynı yer.
[22]         H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2000, s. 100-101.
[23]         Ahmet Yaşar Ocak, Veysel Karenî ve Üveysîlik, Dergâh yayınları, İstanbul 2002, s. 99-100.
[24] Ticâniyye Tarîkatının kurucusudur. Mürşid olarak sadece Hz. Peygamber (s.a.)’i kabûl eder. Tarîkatına, Tarîkat-ı Muhammediyye ismini vermiştir. Aynı  şekilde Senûsiyye ve Kettâniyye Tarîkatları da Tarîkat-ı  Muhammediyye ismiyle tanınmaktadır. Ayrıca Seyyid Ahmed eş-Şerif Allah ile değil, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in rûhâniyyetiyle bütünleşmek gerektiğini ısrarla vurgular. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’le bütünleşmek için, kişinin Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i sûreten ve sîreten tefekkür etmesi, O’nunla güçlü bir râbıta kurması, O’nun sünnetine sımsıkı sarılması, hadîs-i şerifleri içtenlikle benimsemesi, O’na saygı ve hürmette kusur etmemesi gerekmektedir. O denli güçlü tefekkürde bulunmalı ki, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e duyulan sevgi ve saygıdan dolayı, O’nun ismini dilinden düşürmemesi, hilye-i saâdetlerini hayâlinde, tasavvurunda canlı tutmalıdır. Çünkü, yegâne rehber ve mürşid Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’dir. bkz. Jamil M. Abu’n-Nasr, Son Dönem Tasavvuf Akımlarından Ticâniyye ve Tekrûr Hareketi, trc. Kadir Özköse, Ankara 2000, s. 39
[25]        el-Meslekü ’l-kavî, s. 98-99.
[26]         Eserin kaynaklar bölümünde İmâm Senûsî hakkında bilgi verildi.
[27]         Müslim, Salât, 70; Ebû Dâvûd, Vitir, 26; Tirmizî, Vitir 21; Nesâî, Ezân, 37, Sehv, 55.
[28]        el-Meslekü’l-kavî, s. 67.
[29]        el-Meslekü’l-kavî, s. 65-70.
[30]        Kastalâni, Mesâlikü’l-hunefâ, s. 218.
[31]         İbnü’l-Kayyîm, a.g.e., s. 251.
[32]        el-Meslekü’l-kavî, s. 94-95.
[33]         a.g.e., s. 95.

Benzer Yazılar