| |
''Ey Timur!
Allah Teâlâ bu yüzyılın başında
seni dini düzeltmeye görevli seçti.
Allah bu tevfiki sana bağışladı''
Allah Teâlâ bu yüzyılın başında
seni dini düzeltmeye görevli seçti.
Allah bu tevfiki sana bağışladı''
Ebu Bekir Taybâdi
kaddesellâhü sırrahu’l azîz
kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Emir Timur (1320/30 -
18 Şubat 1405 -Otrar-), Özbekistan’ın güneyindeki Keş adlı küçük kasabada
(veya buraya yakın bir yerde), 9 Nisan 1336’da Barlas boyuna mensup Turagay
adlı bir soylunun oğlu olarak dünyaya gelmiştir (Marozzi 2006: 31). Timur,
1370’te tahta çıkmış ve yaklaşık 35 yıl hüküm sürmüştür.
Türklerde “Timur, Temür, Temir” isimleri oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır. Demir
anlamındaki bu kelime, Göktürk ve Uygur metinleri ile en eski Türkçe
sözlüklerde yer almıştır. Göktürk Kitabeleri’nde, “k(e)çe t(e)m(i)r k(a)p(ı)gka t(e)gi
sül(e)d(i)m” (Tekin 2006: 20) ifadesinde geçen kelime,
Uygur metinlerinde “Tamir”, “Tâmür” olarak yer almıştır. (Caferoğlu, 1968:
223). Te- mür kelimesi, Dîvânü Lûgat-it-Türk’te de “temür” ve “temürçi”
kullanımlarında geçmektedir (DLT 1972: 117).
Timur, Melfuzât’ta
“Çocukluk Çağı ve Şeyh Şemsüddin’in Rehberliğinde Eğitim” başlığında,
kendisiyle ilgili bilgiler verirken, isminin Kur’an’dan tefeülle belirlendiği
konusunda şu malumatı vermektedir:
“Babamın adı Tarakay
idi ve Keş şehrine yerleşmişti. Ben doğmadan önce babam gece bir rüya görmüş.
Rüyasında melek simalı ve temiz yürekli biri karşısına çıkıp eline bir kılıç
vermiş.
Pederim, kılıcı adamın
elinden almış ve dört tarafa sallamış. Sonra uykudan uyanmış. Öğle vakti,
babam namaz kılmak için mescide gitmiş ve mahalle mescidimizin imamı Şeyh
Zeydüddin’in arkasında namaz kılmış; sonra da gece gördüğü rüyayı imama
anlatmış. Şeyh, babama, “bu rüyayı gecenin hangi vaktinde gördüğünü” sormuş.
Babam, sabaha yakın bir zamanda gördüğünü belirtmiş. Şeyh Zeydüddin bu rüyayı
şöyle yorumlamış :
“Allah sana bir erkek
evlat verecek, bu çocuk kılıcıyla cihanı fethedecek ve İslam dinini dünyaya
yayacak; sakın onun eğitimini ihmal etme! Onu okut, ona hat ve Kur’an öğret”.
Sonraki yıl doğumumu
imama haber veren ve bana isim vermesini talep eden babama, şeyhten “oğlunun
adı Temur” olsun, bu demir anlamındadır, cevabı gelmiş. Babam, mescidimizin
imamı Şeyh Zeydüddin’e bana isim vermesi için gittiğinde, onun Kur’ân okumakta
olduğunu görmüş. Şeyh, 67. sure olan Mülk suresinin 16. ayeti olan : “Eemintüm
men fî’s-semâi en yehsife bikümü’l-arde feizâ hiye temuru” (Göktekinin sizi
yere geçirivermeyeceğin- den emin mi oldunuz? (O zaman) bir de bakarsınız
yeryüzü şiddetle çalkalanıyor) ayetini okumakta imiş. Burada son kelime olan “temuru”,
çalkalanma anlamındadır. Bu, telaffuz olarak “Temur” kelimesine yakındır. İşte
bu hadiseyle, Şeyh bana “Temur” ismini vermiş.” (Menem Timûr-ı Cihân-güşâ, Sergeşt-i Timur-
leng be-kalem-i hod-ı û gerdâverende, (Fransız Marsil Biryon’dan tercüme eden :
Zebihullah Mansurî), Tehran : be-kitâbhâne-i Mestûfî, 1382:1-2)
Temur kelimesi,
Kur’an’da iki yerde geçmektedir. Bunlardan biri 67. sure olan Mülk Suresinin
16. ayetindeki “Eemintüm men
fî’s-semâi en yehsife bikümü’l-arde feizâ hiye temur” (Gök- tekinin sizi yere
geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz? (O zaman) bir de bakarsınız yeryüzü
şiddetle çalkalanıyor) (Kur’an, 67/16) ifadesindeki son kelime “temur”,
çalkalanma anlamındadır. Bir diğeri de, Kurân’ın 52. suresi olan Tur
Suresinin 9. ayetindeki “Yevme temuru es-semâü mevren” (O gün gök şiddetle
sallanıp çalkalanır, Kur’an, 52/9) ifadesindeki “temuru” kelimesi olup
bu da “çalkalanma” demektir.
Onun bizzat kendisiyle
ilgili böyle bir hadise nakletmesi ve konuyla ilgili olarak babasının
kendisine anlattığı bazı ayrıntılardan bahsetmesi, Melfuzât ve Tüzükât’ın
Timur’a ait olabileceği yolundaki görüşleri destekler mahiyettedir. Nitekim
bir başka yerde, “bir işi yapmaya niyet
etsem, istişare bir neticeye ulaşınca yine Kur’an’dan tefeül ederek,
ona göre davranırdım” (Tüzükât-ı Timur, Timur’un Günlüğü ve Başarı Prensipleri,
(Sahibkıran Emir Timur Muhammed Taragay Bahadıroğlu), Hazırlayan :Kutluhan
Şakirov, Adnan Aslan, İstanbul : Kaynak Yay., 2004.: 4) demektedir.
Esas itibariyle
Timur’un şahsı ve fetihleri konusunda birbirinden oldukça farklı anlatımlar ve
değerlendirmeler yapılmıştır. Sözgelimi Arabşah, Timur’dan bahsederken şu
olumsuz ifadeleri kullanmaktadır : “Bu madrabazın doğum yeri, Keş yöresinde
Ilgar adlı bir beye ait küçük bir köydü -Allah ona Cennet yüzü göstermesin-.
Oğlana, demir anlamına gelen “Timur” adı verildi; bu ad daha ileride,
gençliğinde geçirdiği ve topal kalmasına neden olan bir kazanın ardından
Farsça, Timur-ı leng’e, yani Aksak Timur’a dönüştü. Bu da, biraz bozulup
çarpıtılarak Tamerlane, Türkçe’de Timurlenk biçimini aldı.” (Marozzi, Justin,
Timurlenk, İslâm’ın Kılıcı, Cihan Fatihi, çev. Hülya Kocaoluk, İstanbul: YKY,
2005: 32)
Oysa pek çok kaynakta, Timur’un
1400-1401 Şam kuşatması sırasında İbn Haldun’la karşılaştığı ve sohbet ettiği,
Timur’un resmî akıl hocası Abdül- cebbar Harezmî (Manz 2006: 29), ünlü Hanefi
âlimlerinden olduğu, Timur’un, Ahmed Yesevî türbesini yaptırdığı gibi dindar
bir kişiliğe işaret eden hususlar nakledilmiştir. Türk dünyasında bir
kahraman ve dindar kişiliğiyle tanınan Timur’un, Anadolu’da bilhassa Yıldırım
Bayezid’i 1402’deki Ankara Savaşı’nda mağlup etmesi sebebiyle farklı tasvir
edildiği bilinmektedir. Bu, biraz da Türk tarihi ve edebiyatının “Osmanlı
merkezli” olarak algılanmasından kaynaklanan ve sınırlarını siyasi bakış
açısının belirlediği bir hususa işaret etmektedir. Esasen Timur’un Melfuzât’ına,
Batılı yazarlar temkinli yaklaşmış ve bu eserin Timur’a ait olmadığını
savunmuşlardır. Buna karşın, Özbekistan’daki tarihçilerin ve kamuoyunun tartışmasız
bir şekilde, eserin Timur’a ait olduğunu kabul ettikleri bilinmektedir. Şah
İsmail, Şeyban Han ve Babür gibi pek çok Türk hükümdarının, dönemlerindeki ünlü
din adamlarına gösterdikleri saygı ve yakınlık, yönetici sınıfın halka hoş
görünmek ve halkın değerlerine saygı göstererek manevi bir güç kazanmak
amacıyla kurgulandığı düşünülebilir. Ancak siyasi mücadelenin her alanda
sürdürüldüğü bir dönemde, hükümdarın dinî bir kişiliğe sahip olmasının veya
dine karşı mesafeli durmasının kamuoyuna yansıtılma biçiminin, önemli bir
propaganda aracı olduğu muhakkaktır. Bu durumda, Timur gibi geniş bir
coğrafyada saygıyla karşılanan ve bilhassa Özbek Türkleri arasında tarihî bir
kahraman olarak kabul edilen bir şahsiyetin ad almasıyla ilgili nakledilen hadisenin,
geleneksel isim verme töreni dışında, daha anlamlı bir yorum çerçevesinde ele
alınması gerekir.
Kaynaklarda lâkabı, “Emîr Timur Gürkân b. El-Emîr Taragay b.
El-Emîr Berkel b. El-Emîr Aylangız b. El-Emîr İcil b. Karaçar Noyan b. El-Emîr
Suguç- çin b. El-Emîr İrdemci Borula b. El-Emîr Kaçulay b. Tumanay Han” (Togan, A. Zeki Velidî, “Emîr Timur’un Soyuna Dair Bir Araştırma”
Tarih Dergisi, 26 (1972), s. 75-84. s. 75) olarak geçen büyük Türk hükümdarın,
tefeülle isim almasının ve dinî hüviyetinin geniş bir Özbek coğrafyasında hâlâ
etkili olduğu, Timur’un Orta Asya’da onardığı Türk mutasavvıfların türbeleri,
camiler ve dinî mimariye ait eserler üzerinde gerçekleştirilen çalışmalardan
da anlaşılmaktadır.
Timur gibi diğer Türk
hükümdarlar, sanatçılar ve devlet adamlarıyla da ilgili kalıplaşmış siyasi ön
yargıların yeniden değerlendirilmesi ve Türk tarihine yeni bir bakış açısıyla
bir bütün olarak yaklaşılması zaruridir. Tarih metinlerinin sahihliği
konusunda tatmin edici kanıtlardan hareket edilmesi, bizi doğru sonuçlara
götürecektir. Timur’un babasından duyduğu ve bizzat naklettiği tefeülle ad
verme hatırası, aynı zamanda onun yetiştiği kültürel çevreyi ve bu çevredeki
manevi değerleri de ortaya koyan bir özelliğe sahiptir. Timur etrafında Orta
Asya coğrafyasında oluşturulan kimlik, tefeülle ad verme geleneğinde olduğu
gibi, Osmanlı tarih kaynaklarındaki imaj ve bilgilerden oldukça farklıdır. Bu
durum, geniş Türk coğrafyasındaki olay, durum ve şahsiyetlerin doğru algılanması
ve değerlendirilmesinde farklı bilgi kaynaklarının da kullanılmasının
zaruretini ortaya koymaktadır.]
Kaynak: Prof. Dr. Ali Fuat BÎLKAN, TEFEÜL İLE AD VERME GELENEĞİ
VE EMİR TİMUR’UN ADI, Giving Name With Tefe’ul And The Name of Tamerlane, Millî
Folklor, 2010, Yıl. 22, SayI 85, sh: 134-137
Kahraman oğullarıma, devletli torunlarıma malûm olsun ki, Tanrı Teâlâ'dan
ümidim vardır; benim evlâd ve nesillerimden çok kişiler uzun yıllar saltanat
tahtına oturacaklardır. Buna göre saltanat kurma, devlet tutma işlerini belli
tüzüklere bağladım. Kendi saltanatımı devam ettirmek için müfredat kurallarını
yazıp koydum. Bu saltanat devletini ele geçirişte pek çok savaş muharebe kılıp
o kadar emek ve meşakkat çektim. Sonunda
Rabb'ın yardımı, dîn-i Islâm şerâfeti, Muhammed Aleyhisselâm'a ve onun evlâd ve
ashabına beslediğim muhabbet ve dostluğumdan dolayı bu büyük saltanatıma sahip
oldum.
Şimdi benim evlâd ve nesillerimden hangisi benden sonra bu saltanat
devletine sahip olursa, bu kurulmuş tüzükleri gerçekleştirerek iş yapsın. Eğer
saltanat işlerinde bu tüzükleri kılavuz edinirlerse, benden onlara kalan
saltanat devletini uzun zamanlar ziyandan zevalden koruyabilirler.
Benim bahtı açık oğullarım, ikbâlli torunlarıma şimdiki öğüdüm şu ki, ben
on iki şeyi kendime lâzım tutup, bunlar vasıtasıyla saltanatı ele geçirdim. Bu
on iki şey yardımıyla büyük ülkeler fethedip cihangirlik kıldım. Bunlarla taht
ve saltanatıma zenginlik ve güzellik kattım. Benzeri şekilde benim evlâd ve
nesillerim de bu tüzüğe amel kılıp, benden miras kalan saltanat devletime
bekçilik yapsınlar.
Birincisi; saltanat ve devletime bağladığım birinci tüzüğüm şuydu
ki, Hudâ'nm dinine, Muhammed Mustafa'nın şeriatına dünyada revaç verdim. Her
yerde ve her zaman İslâm dinini destekledim.
İkincisi şu ki; on iki tabaka kişilerden ordu kurup cihangirlik kıldım. Devlet,
saltanat temellerini bunlarla kuvvetlendirip, meclislerimi onlarla
ziynetlendirdim.
Üçüncüsü şu ki; bütün işlerimi kengeşe bağladım. Dikkat ve uyanıklılık ile tedbirler
yürüttüm. Bunun vasıtasıyla birçok orduları kırıp, memleketleri kendime
bağımlı kıldım. Saltanat yürütme, devlet kurma işlerinde dostlarıma iyilik,
düşmanlarıma müsamahalı davrandım. Bu yolda karşıma çıkan zorlukları üstlenip,
çok işlerden haberdar olsam da bilmemiş gibi göründüm.
Dördüncüsü; saltanat müessesesini töre ve tüzüğe sıkıca bağladım. İlk önce töre ve
tüzüklere kendim öylesine riayet ederdim ki, bunu gören vezirler, emirler,
sipahi ve raiye kendi sınırlarının dışına adım atamadılar. Her biri kendi
mertebesini korudular.
Beşincisi; emirler ve sipahilerime unvan verip, onlardan altın ve gümüşü esirgemeden
gönüllerine rağbet verdim. Barış günlerinde iyi makamlar verdim ki, savaş
zamanlarında canlarını esirgemediler. Onların işlerini hafifletmek için kendim
meşakkatlerini çekip, zorluklarını üstlenerek onları terbiye ettim. Bu
tedbirlerimle emirler, sipahiler, bahadırlarımın gönüllerini alıp kendime
bağladım. Ancak birlik ve ittifaklık elde edilince, bahadırlık bileğiyle kılıç
vurup yirmi yedi padişah başkentini ele geçirip, kendime tâbi kıldım. İran,
Turan, Rum, Mağrib, Şam, Mısır, Irak-ı Arap, Irak-ı Acem, Mâzenderân, Giylân,
Şirvan, Azerbaycan, Fars, Florasan, Deşt-i Ceta, Deşt-i Kıpçak, Harezm, Hotan,
Kâbilistan, Bahtarzemin, Hindistan memleketlerinin hepsine padişah olup hüküm
sürdüm. Ne zaman bu ulu saltanat libasını giydiysem huzurum beni terk etti.
Rahat döşeğimde bir an yatıp göz yummadım.
On iki yaşından başlayıp ok attım, bu yolda sınırsız meşakkat çektim.
İstişareyle tedbirler alarak ordular kırdım; emirler, sipahilerden muhalefet
gördüm. Onlardan acı sözler işitsem de, iyi kötü işler gördüysem de işitmemiş,
görmemiş gibi olup sabırla iyi geçindim. Kendi elimle kılıç vurdum, iklimler
fethedip dünyaya adımı duyurdum.
Altıncısı; insaf-adalet yolunu tutup halkı kendimden razı kıldım. Günahlı ve
günahsıza şefkat edip hakla hükmettim. Sipahi ve raiyeye siyaset ve şefkat
gösterip onları korkuyla ümit arasında tuttum. Fakir ve gariplere merhamet
kılıp, sipahilere mükâfatlar verdim. Mazlumların hakkını zâlimlerden aldım. Mal
zulmü, beden zulmü tesbit edilince onlar için şeriata göre hüküm verdim.
Herkesi kendi günahı için sorumlu tuttum. Birisi için bir başkasını sorumlu
tutmadım. O kadar kişiler ki bana kötülük yapıp yüzüme kılıç çekip işime ziyan
vermişlerdi, ne zaman o işlerinden pişman olup benim penâhıma geri
döndüklerinde onlara hürmet göstererek mertebelerini yükselttim. Geçmişteki
kötülüklerine af kalemini çekip onu unuttum. Onlarla öyle güzel geçindim ki,
gönüllerindeki evvelki işleri tümüyle çıkıp gitti.
Yedincisi; Peygamber evlâdı
seyyidler, ulemâ ve meşâyih, âkil, bilgiç, danişmentler, müfessir,
muhaddislerden iyilerini seçip alıp, onların izzet ve hürmetlerini yerine
getirdim. Şecaatli bahadır kişileri dost tuttum. Şu
sebeptendir ki, onları Tanrı dost tutmuştur. Daima âlimler, âkiller ile sohbet
kurdum. Din ehlinin gönüllerini aldım. Bunların himmetlerinden nasib dilenip
mübarek nefeslerinden Fâtiha istedim. Fakir ve miskinlerin hâcetlerini
giderdim. Hiçbir yerde bunları eli boş çevirmedim. Hangi cinsten olursa olsun,
kötü adamları kendi meclisime yaklaştırmadım. Onların sözlerine kulak vermedim.
Başkaları hakkında ettikleri şikâyetleri de dinlemedim.
Sekizincisi; her sözde ve her işte sebat, ciddiyetlilik yolunu tuttum. Ne işi yapmaya kastetmiş
isem, gönlüm ona bağlanıp onu bitirmedikçe ondan elimi çekmedim. Her dediğimi
yaptım. Hiç kimseye baskı yapmadım. Hiçbir işte bıkkınlık göstermedim. Ki, bana
da Tanrı darlık göstermesin, işimi daraltmasın dedim. Geçmiş padişah
sultanların kanunlarım, yol yordamlarını, yapıp ettiklerini Adem'den Hâtem'e[1]
dek, Hâtem'den şu ana kadar bilgiç âlimlerden sorup duruyordum. Onların
tüm yaptıkları işleri gönlüme yerleştirip, iyiliklerinden örnek alıp onunla
amel ederdim.
Padişahların devletlerine zevâl getiren kötülükleri inceleyip onlardan
sakınırdım. Zulümden, ahlâksızlık ve fısktan (ki, nesli bozar, açlık, veba
getirir) saklanmayı kendime lâzım bilirdim.
Dokuzuncusu; raiye haliyle iyice tanışırdım. Büyükleri ağabeyler safında, küçüklerini
çocuklarım yerinde görürdüm. Her yerin tabiatını, her halkın mizaçlarını, adet
ve geleneklerini incelerdim. Her yerin, her şehrin ileri gelenleri ve
ulularıyla dost ve bira- derlik kıldım. Onların mizâc ve tabiatlarına uygun
gelen, kendi diledikleri kişileri vali koydum. Her vilâyet ve her memleketin
durumundan âgâh oldum. Her yerin durumunu, sipahi ve raiye durmuşlarını,
bunlar arasındaki alâkaları yazıp bana devamlı bildirmeleri için diyanetli,
doğru kalemli kişilerden vâkıa yazıcıları belirledim. Eğer yazdıkları doğru
çıkmazsa, onları cezalandırdım. Hükümet adamlarından veya sipahi ve
raiyelerden birisinin cebir ve zulüm ettiğini işittiğimde, insaf ve adalet ile
derhal onun çaresine baktım.
Onuncusu; Türk-Tacik, Arap-Acem'den herhangi bir taife veya kabile olsun eğer benim
devlethaneme girdiyseler, büyüklerine hürmet ettim. Diğerlerine kendi haline
göre davrandım. Onların iyilerine iyilik yaptım, kötülerini ise kendi
kötülükleri ile baş başa bıraktım. Kim bana dostluk yapmış ise dostluğunun
değerini unutmadım. Ona iyilik yaparak insanlık gösterdim. Kim bana hizmet
etmiş ise hizmetinin karşılığını verdim. Hangi kişi bana düşmanlık edip
sonradan kendi pişman olarak diz vurup huzuruma geldiyse, onun düşmanlığını
unutup dostluk sevgisiyle ona hâmilik yaptım. Buna misal, ulus emîri Şîr Bahram
benim yoldaşımdı. En gerekli olduğu zaman iş vaktinde beni bırakıp düşmana
katıldı. Bana karşı çıkarak yüzüme kılıç çekti. Bilahare ona verdiğim tuz
çekmiş olacak ki, diz vurup tekrar bana gelip sığındı. O, iş yapan, çok şey gören
asil biri olduğundan, geçmişteki kötü işlerinin hepsine göz yumdum; huzuruma
gelince kendisine hürmet ederek mertebesini büyüttüm. Başka davranışlarını
bahadırlığına bağışladım.
On birincisi; çocuklar, akrabalar, dost biraderler, komşular, benimle bir zamanlar
dostlukta bulunan kişileri, bunları devlet nimet zamanında unutmadım. Daima
yoklayıp sorup, haklarını eda ettim. Kendi evlâdımdan, akrabalarımdan
karındaşlık ihtimamımı kesmedim. Günah yapmış olsalar bile onları, bağlamayı,
öldürmeyi buyurmadım. Her kişiyi nasıl tanımış isem öylece muâmele kıldım.
Dünyanın iyiliğini, kötülüğünü çok defalar görüp ondan tecrübeler edindim.
Bundan dolayı dost ve düşmanlarımla iyi geçindim.
On İkincisi; dost düşmanlığına bakmadan her yerde sipahilere hürmet ettim. Çünkü bunlar
hürmete layık kişilerdir. Değerli canlarından fâni dünya için vazgeçerler.
Muhârebe meydanına kendilerini atarak can kurban ederler. Eğer düşman
tarafındaki bir asker kendi beyini severek ona sâdık olsa; savaş günlerinde
bana karşı kılıçlar vurup meydan okumuş olsa; böyle adamı ben daha da sevdim.
Eğer böyle bir kişi huzuruma geldiyse, onu başkalarına kıyasla daha değerli
bildim. Vefakârlığını gördüğüm için onu bana inanan yakın adamlarımdan saydım.
Hangi asker kendi devletine vefâsızlık edip onun tuz hakkını helâl etmeden zor
zamanında ondan yüz çevirip bana gelmişse, böyle adamı kendime en kötü düşman
olarak bildim. Toktamış Han Savaşı'nda onun emirleri benimle anlaşarak öz
hanlarından yüz çevirdiler. Öz
hanlarının tuz hakkını unutup bana gelip katıldılar. Lâkin ben bunların
yaptıkları bu vefasızlık işleri gerçi kendime fayda olsa da, sevmedim. "Öz
devletine nasıl bir vefâ gösterdin ki, bana ne yapacaksın?" diye onlardan
nefret ettim.
Yine benim tecrübemle sabittir ki, hangi devlet eğer dinî ve ahlâkî temel
üzerine kurulmazsa ve de onun siyasî işleri töre-tüzük kanunlarına sıkı
bağlanmaz ise, öyle devletin câzibesi gider, heybeti yok olur. Böyle devlet
çıplak kişiye benzer ki, onu görenler iğrenip gözlerini yumarlar. Veya bir eve
benzer ki, onun üstü açık, kapısı, perdesi yoktur; insanlar, insan olmayanlar
sık sık girerek ayakaltı ederler. Bunun için ben İslâm dininin kanun ve
kurallarının üzerine kendi saltanatımı kurdum. Siyaset işlerini töre-tüzüğe
bağlayıp pekiştirdim. Devlet işlerinde karşılaştığım büyük küçük vakıalarda
töre-tüzüğü kullanarak başarılı oldum. Benim
yaptığım birinci tüzük İslâm dinine revaç verip Muhammed Aleyhisselâm şeriatmı
kuvvetlendirmek oldu. Her yerde ve her şehirde İslâm
dini, Muhammed Aleyhisselâm şeriatıyla saltanatımı süsledim. Peygamber nesli seyyidlerden liyakatli birini
sadâret unvanıyla İslâm reisi yaptım. Ona ferman verdim ki, tüm vakıfları
nezaretten geçirince onlara mütevelliler koysun. Her şehir ve memlekete kadı,
müftü, muhtesib belirlesin; seyyidler, ulemâ, meşâvihler ve diğer dinî hak
sahiplerine suyurğal[2] tayin etsin diye, halk
kadısı ve asker kadısı tayin edip her birini bağımsız olarak ayırdım.
Müslümanlara iyiliği emredip kötülüklerden vazgeçirmeleri için her memlekete
bir şeyhülislâm gönderdim.
Yine ferman çıkardım: Her şehirde mescidler, medreseler, hanlar imar
etsinler; yolcu misafirler için yol üstüne saraylar kursunlar; yolları
düzeltip sulara köprü bağlatsınlar. Her şehre âlimler, müderrisler tayin ettim
ki, onlar Müslümanlara dini öğretip, şeriat yollarını bildirsinler. Tefsir,
hadis, fıkıh ilimleri üzerine ders versinler. Yine buyurdum; bana tâbi tüm
memleketlerde şeriat işlerinin nasıl yürümekte olduğunu kadılar başkanı bana
devamlı bildirecektir. Buna benzer her il ve her şehre kendi başına bir adalet
âmiri koydum. O sipahi ve raiyenin örf-adetlerinde rastlanan nizalı işleri
halledip bana sürekli haber verecektir. Yeni bu düzeni kurup İslâm dinini
düzelttim. Islâm ülkelerinde şeriata revaç verdim. Bunun ünü dünyaya duyulup İslâm
dininin geliştiği haberi tüm ehli İslâm'ın kulağına yetişince İslâm âlimleri
fetva çıkararak etrafa yazmışlar ki, "Allâh-u Teâlâ her
yüzyılın başında Muhammed Aleyhisselâm dinine revaç verici ve yenileyici bir
kişi çıkarıyordu. Bu sekiz yüzüncü[3] yılda Emîr-i
Sahibkıran[4] İslâm dinine revaç
verdi. Bundan dolayı bu yüzyılın din yenileyicisi bu kişidir."
Yine bu zamanın büyük
allâmelerinden olan Mîr Seyyid Şerif [5] bu hususta bana bir
mektup yazmıştı ki, onun nüshası şudur: “Allahümme unsur men nasareddîn,
vahzul men hazaleddîn" [6]. Önceki ve sonraki
İslâm ulemâsının tümü ağız birliğiyle ittifak ederek demişler ki, Allâh-u
Teâlâ her yüzyıl başında İslâm dinini yenileyici bir kişiyi çıkaracak; Allah'a
hamd ü senâlar olsun ki, bu sekiz yüzüncü yıl başına Emir Sahibkıran'ı din
yenileyicisi olarak gönderdi. O da tüm vilâyet ve memleketlerde dini
Muhammediye'ye revaç verdi. Geçmişteki büyük ulemâ her yüzyıl başında gelen
din yenileyicilerini inceleyip şöyle demişler:
Hicretten sonra birinci yüzyılın başında gelen din yenileyicisi Halife
Ömer bin Abdülazîz[7] idi. Hâricîler minbeilerden Hz.
Ali'ye sitem ederek lanetlediler. Din zayıf olduğundan kimse onları engelleyemedi.
Şundan dolayı ki, o günlerde İslâm ehlinin ittifakı bozulmuştu. Bunlar içinden
bir taife kişiler çıkıp, dört halifeye sitem edip lanetler okuyorlardı. Yine
bazıları Hz. Ali başta olmak üzere, İmam Hüseyin, Hz. Abbâs hakkında edeb dışı
sözler söylerlerdi. Ne zaman Ömer bin Abdülazîz halife olduysa, bu işlerin
hepsini yok edip dine revaç verdi.
İkinci yüzyılın başında gelen din yenileyicisi, halife Me'mûn bin Hârûn
er-Reşîd idi. O, İslâm dininde boy gösteren yetmiş iki türlü bâtıl mezhebleri
bastırarak hak mezhebi olan Ehl-i Sünnet'e revaç verdi. İmam İbn Mûsâ Ca'fer'i[8],
Allah ondan razı olsun, Horasan'dan getirip kendine veliaht yaptı. Onun
dediğine ve önerilerine göre memlekete hükmetti.
Üçüncü yüzyılda çıkan din yenileyicisi Halife Muktedir Billâh Abbasî [9] idi. Bundan önce
Karmatîler[10]
kavmi çıkıp bunların reisi Ebû Tâhir hac mevsiminde Mekke'ye hücum edip arefe
günü hacılardan otuz bin kişiyi şehid etti. Haceru'l-Esved'i yerinden çıkarıp
götürdüler. Gittikleri yerleri yağmalayıp İslâm şehirlerini çok tahrip
ettiklerinden İslâm dini zayıf düştü. Halife Muktedir, bunların üstüne askerle
yürüyüp boyun eğmeyenlerini öldürerek onların fitnesini bastırdı. Böylece
İslâm dinine revaç verdi.
Dördüncü yüzyılın başında çıkan kişi İzzüddevle Deylemi[11] idi. O dönemin halifesi Muti
Emrullah[12]
zevk ve sefaya girişmiş olup türlü fısk fesad işlere düşkün idi. Onun
emrindeki valilerin de cebir ve zulümleri haddini aşıp fısk fesad çoğalınca,
İslâm dini zayıflamıştı. İzzüddevle bu halifeyi tahttan düşürüp, onun oğlu
Tâyi Billah'ı[13]
halife yaptı. Sonra şeriat dışı işleri yok edip dine revaç verdi.
Beşinci yüzyılda din ve şeriata revaç veren Sultan Melikşah Selçukî'ydi[14]. Şeyh Ahmed Cami[15],
Hakim Senâî[16]
gibi zâtlar onun zamandaşları olup sultan onların ihlâslı müridiydi. Bu devirde
de dinsizler, ilimsizler çoğalarak İslâm dinini zayıf düşürmüşlerdi. Melikşah
Selçukî dinsizliği yok edip, İslâm dinini geliştirmeye azimle girişti. Kendisi
başta olmak üzere dîn-i Muhammediye'ye öylesine boyun sundu ki, şeriata aykırı
hiçbir iş ondan kaynaklanamazdı.
Altıncı yüzyılın başında çıkan din yenileyicisi Gazan Han İbn Argun Han
İbn Hülâgû Han[17] idi. İslâm şehirlerini Moğollar
istilâ edince İslâm dini çok zayıf düşmüştü. Din revacı için Allâh-u Teâlâ
Gazan Han'ı harekete geçirdi. O, bir anda yüz bin Türk askeriyle beraber Lâr
Çölü'nde Şeyh İbrahim Hamevî şâhidliğinde iman getirip Müslüman oldu.
Dilleriyle iman kelimesini söyleyip, küfür ve bid'at işleri bıraktılar. Tüm
memleket şehirlerinde şeriata revaç verdiler.
Yedinci yüzyıl başında gelen Olcaytu Sultan bin Argunhan ki, bunun lakabı
Sultan Muhammed Hudâyibende[18] idi. Biraderi Gazan Han'dan
sonra[19]
saltanat tahtına oturdu.
Bir gün o işitti ki, "Bu günlerde din işleri o
kadar güçleşmiştir ki, namaz kılan Müslümanlar teşehhüdden sonra Muhammed'e
salâvât söylemiyorlar".
Bu sözü duyunca kendisi kalkarak
Sultaniye[20]
Camii'ne teşrif buyurdu. Tüm İslâm ulemâsı orada hazır oldular. Sonra sultan
ulemâdan:
"Namazda peygambere salâvât
getirilmesinin hükmü nedir?" diye sordu. Onlar dediler ki:
"Allahii Teâlâ namazda Peygamber'e salâvât söylemeyi emretmiştir.
Eğer namazda salâvât söylenmezse, Şâfi'î mezhebince namaz bozulur. Hanefî İmam
A'zâm'a göre namaz mekruh olur."
O zaman sultan sordu: "Diğer peygamberlere salâvât
söylendiğinde neden onların âl-i evlâdını eklemiyorlar da, bizim peygamberimize
salâvât söylenirken Al-i Muhammed diye ekliyorlar?"
Ulemânın hepsi bunun cevabında
aciz kaldılar. O zaman sultan dedi ki:
"Bu hususta gönlüme iki şey
gelir.
Birincisi şu ki, düşmanlar
peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm'a 'ebter' dediler. Tanrı ebterliği onlara
nisbet etti. Dünyadan nesilleri kesilerek onlardan hiç kimse kalmadı. Kalsa
bile namsız-nişansız olup onları tanıyan olmadı. Ancak peygamberimiz Muhammed
Aleyhisselâm'ın evlâdı o kadar çoğalmış ki, onların sayısını Allah'tan başka
kimse bilmiyor.
İkincisi şu ki, geçmiş
peygamberlerin dinleri sürekli değişim içinde olup, daimî değildi. Çünkü her
peygamber kendi çağına uygun din getirirdi. Fakat İslâm dini değişmekten muaf
olup kıyamete dek bu halde korunur. İşte böyle olunca Muhammed ümmetine lâzım
olur ki, Peygamberimize salâvât söylenirken âl-i evlâdını eklemeliler. Çünkü
herkesçe malûmdur ki, İslâm dinini muhâfaza edenler, Kur'ân ve hadisin
manasını söyleyiciler, ulu ulemâ Allah Resûlü'nün evlatlarıdır. Peygamberler
ilmine sahip olan kişiler çoğunlukla bunlardır. Müslümanlar din ilimlerini,
imanı, İslâm'ın farz ve vâciblerini onlardan öğreniyorlar. Din işlerinde
onları takip edip, hürmet etmeyi kendilerine zaruret bilirler."
Sultan'ın sözü buraya kadar
geldiğinde camiyi dolduran ulemâ ve diğerleri gür sesle Peygamber ve Al-i Peygamber'e
salâvât okudular. O zaman sultan dedi ki: "Peygamberimizin âlinden en
önde olanı Hz. Ali'dir. En sonuncusu İmam Mehdi Ahirzaman'dır. Gerçekten, İslâm
mülkü Muhammed Aleyhisselâm'ın mülküdür. Bundan dolayı onun evlâdının izni
olmadan onun mülküne el atmamamız gerek. Eğer kendi isteğimizce iş yaparsak,
zorbalık yapmış oluruz." Sonra emretti ki, Eh-li Beyt
namına hutbe okuyup, onların adına akçe çıkarsınlar. Bunu görünce ulemâ da: "Olcaytu Sultan dîn-i şeriat'a
bu yüzyılın revaç vericisidir." diye fetvâ yazdılar.
Şimdi sekizinci yüzyılın başında çıkan din yenileyicisi Emir Sâhibkıran'dır
ki, âlemdeki memleket ve şehirlerde dîn-i şeriata revaç verdi.
Seyyidlere hürmet edip ulemâyı şereflendirdi. Peygamber hânedânı
zürriyetinin izni ve önerileriyle onun mülkündeki işleri yerine getirdi."
Ulema reisi Mîr Seyyid Şerifin yazdığı bu hat bana yetişince Tanrı'ya
şükran getirip, Muhammed'e, Al-i Muhammed'e salâvât okuyup Allah'a yalvardım.
Şöyle ki, bana tevfik verip din yenileyicilerden, İslâm şeriatına revaç
vericilerden kılsın.
Sonra bu hattı alıp pîrim Ebû Bekir Taybâdî'ye gönderdim. Kenarına şu
sözleri yazıp geri göndermişti: "Din ve şeriata revaç verici Timur Sahibkıran'a malûm olsun
ki, bu iş Kutb-ı Saltanat'a Allah tarafınca verilen en ulu nimettir. Din
yenileme, şeriata revaç verme tevfîkini Tanrı sana bağışlamıştır. Ne kadar çok
iyilik yaparsan, o kadar karşılığını alacaksın."
Pirime göndermiş olduğum bu mektup
onun yazısıyla ziynetleşip bana yetiştikten sonra, Resûlullah evlâdı seyyidlere
hürmetini artırıp, İslâm âlimlerinin derecelerini yükselttim. Şeriat'ın revacına
evvelkinden de çok çalıştım. Bu mektup mazmununu, benim vâkıalarımın toplandığı
tarih defterine yazmayı emrettim.
Din ve şeriat tüzüğünü düzenleyip bitirdikten sonra, kendi saltanatımın
nıiiessesesinin tüzüğüne giriştim. Saltanat ve devlet mertebelerini töre-tüzüğe
sokup muhkemledim.
Birincisi şu ki; öz saltanatımı İslâm dini üzere kurup, Şeriat-ı Muhammediyye ile onu
sıkı bağladım. Saltanatımı devlet mertebelerini töre tüzüğe bağlayıp öyle
muhâfaza ettim ki, benim saltanatıma ziyan vermeyi hiç kimse düşünemez oldu.
İkincisi; tüm sipahi ve raiyeyi ümit ve korku arasında tuttum. Dost düşman ile
anlaşma yolunu tutup, kusurlarını bağışladım. Kendim işittiğim halde onların
kötü sözlerini duymazlıktan geldim. Dost düşmandan her kimse bana sığınıp
gelirken, dostları Öyle bir makamda tuttum ki, onlar gün gittikçe dostluklarını
büyüttüler. Düşmanlara iyi muâmelede bulunduğumdan ötürü düşmanlığı dostluğa
değiştirdiler. Benim üzerimde kimin, ne gibi hakkı geçmişse, onun hakkını
hiçbir zaman unutmadım. Önceleri, sonraları kiminle tanışmış isem onu nazardan
dışlamadım. Devlet güneşim yeniden doğarken bana katılan iyi-kötü kişiler,
ister iyilik, ister kötülük yapmış olsalar bile, ben saltanat tahtına
oturduktan sonra onlara yaptığım iyilikleri görünce rüsva oldular. Ne kadar
bana kötülük yapmışlarsa da yapmamışlar gibi görüp, günah defterinin üzerine
af kalemini çektim.
Üçüncüsü; hiç kimseden öç almayı düşünmedim. Tuzumu tadıp bana kötülük yapanları
Tanrı'ya havale ettim. Iş gören, sınavdan geçen bahadır kişileri korudum. Akıllı
âlimler, fâzıl seyyidler, himmetli asilzade kişileri kendime yakınlaştırdım.
Kötü nefisli himmetsizleri, gönlü bozuk akılsızları meclisimden kovdum.
Dördüncüsü; güler yüzle, merhametle, şefkatle halkı kendime râm ettim. Mümkün olduğu
kadar özümü cebir ve zulüm yapmaktan sakladım. Bu çağda pîrim bana şu mektubu
yazdı: “Allah'ın yardımı ulaşmış nusretli Timur'a malûm olsun ki, saltanat
müessesesi Tanrı müessesesinin nüshasıdır. Ki, onda işçiler, işi yönetenler,
toskavullar[21],
işe nezaret edenler, nâibler vardır. Her biri öz yerinde öz işleriyle iştigal
ederler. Her birisi kendi mertebesini aşmazlar. Daima Allah'ın emrini bekleyip
dururlar. Şimdi sana da dikkat ve uyanıklık lâzım ki, vezirler, komutanlar
memurlar, leşkerlerin her biri öz mertebelerinde olup senin buyruğunu bekleyip
dursunlar.
Her taifeyi, her kavmi kendi mertebelerinde tut. Böyle yaparsan, saltanatın
tertiplenip devlet intizâma girer. Eğer her şeyi, her kimi öz mertebesinde
tutamazsan, saltanatına bundan çok ziyan gelir. Böyle olunca herkesi
seviyesini bilip, her şeyin ölçüsünü alıp buna uygun iş yapman lâzımdır.
Muhammed evlâdının mertebelerini diğerlerinkinden yükseltip, onların hürmetini
artır. Bunlar için her ne kadar iyilik yaptıysan, onu israf sanma. Çünkü hangi
iş Hudâ için yapılıyorsa onda israflık yoktur. On iki taife ile devletine süs
ver, bunlarla saltanatını kur. Vesselam".
Bu mektup pirimden gelince onda emredilmiş olanları gerçekleştirerek her
şeyi başardım.
Saltanatımın mertebelerini tertip ve intizâma bağladım. Saltanat işlerimin
hepsini töre-tüzüğe bağlayıp, on iki taifeyle onu sağlamlaştırdım.
Bu on iki taifeyi devlet müessesesinin on iki ayı, saltanat feleğinin on
iki burcu saydım.
Birinci taife; seyyidler, ulemâ, meşâyih, fâzıl kişileri kendime yakınlaştırdım. Bunlar benim devlet
sarayıma daima gelip giderler, meclisimi bezeyip süslerlerdi. Dinî, hükmî, aklî
meseleleri birlikte incelerlerdi. Din işlerini, helâl-haram meselelerini ben
bunlardan soruyordum.
ikinci taife; akıllı bilgeler, istişâreye yarayacak bilgin kişiler, uyanık,
sezgisi kuvvetli, iş görmüş sipahiler, ardını düşünüp ileriyi gören yaşı Lilu
kişilerdir. Bunları kendimin has meclisime katarak onların söz ve işlerinden
tecrübeler alırdım.
Üçüncü taife; dindar, Hudâ'dan söyleyen, terki dünya etmiş kişilerdir. Bunlara çok hürmet
gösterirdim. Gönlümdeki maksadımı söyleyip halvette bu taifelilerden dua
dilenirdim. Meclislerde, muharebe meydanlarında bunların mübarek nefeslerinden
çok bereket buldum. Savaş günlerinde sıkıldığımda bunlardan zaferler gördüm.
Şöyle ki, Toktamış Han Savaşı'nda düşman leşkerinin çokluğundan, askerim az ve
aç olduğundan yenile-yazdılar. Bu zamanda Mir Ziyâeddîn Sebzvârî, sahibi dua
idi. Başını yalın kılarak benim için Allah'tan zafer dileyip duaya el kaldırdı.
Duası henüz bitmeden duanın etkisi görülüp askerlerim düşmanı kaçırdılar. Yine
bir defasında benim harem sarayımdan olan biri ağır hastalanarak ölüme
yaklaşınca duacı seyyidlerden on iki kişi bir araya geldiler. Her biri kendi
ömründen birer yılı ona bağışladılar. O şifa bulup, yine on iki yıl dünyada
yaşadı.
Dördüncü taife; noyanlar[22],
binbaşılar, komutanlardır. Bunlara öz meclisimden yer verip, mertebelerini
yukarı tuttum. Bunlarla sohbetler eder, her konuda soru sorar idim. Muharebe
meydanlarında kılıç vuran, iş gören, sınav geçiren, şecâatli bahadırları başkalardan
fazla kendime yakın tutardım. Muharebe meydanlarına giriş çıkışları, topluluk
bozup, saf kırmayı, mızrak saplayıp kılıç vurmasını, tüm vuruş savaş işlerini
bunlardan sorardım. Sipahicilik işlerinde onlara dayanarak, onlarla istişarede
bulunurdum.
Beşinci taife; sipahi ve raiyedir. Bunlara aynı gözle bakarak, hepsini eşit gördüm.
Sipahilerden çıkan bahadırları, dilâverleri, otağa[23], kuşak
sadaklarla ödüllendirip mertebelerini yükselttim. Her il ve her memleketin
ulularını, reis ve aksakallarını hürmet kıldım. Onlara mükâfat verip
faydalandım. Sipahileri her zaman göz önümde hazır bulundurdum. Onların aylık
ücretlerini sordurmadan verirdim. Şöyle ki, Rum yürüyüşünde aşağı yukarı yedi
yıllık gıda masraflarını sipahilere peşin verdim. Sipahi ve raiyeyi böylece
tuttum ki, bunlardan biri diğerine üstün gelip sert konuşamazdı. Üst-ast
dereceli tüm sipahileri kendi mertebelerinde şöyle muhâfaza ettim ki, haddinden
dışarı hiçbirileri adım atamazlardı. Bunların mertebelerini çok da yükseltip
şaşırtmadım, çok da düşürüp gönüllerini çökertmedim. Hangisi göze çarpar bir
hizmeti başarırsa ödül hediyeler verip, ona başkalardan farklı hürmet gösterdim.
Kimin aklını, şecaatini sınav terazisinde ölçüp diğerlerinden daha fazla
gördüysem, onu eğiterek emirlik derecesine kadar yetiştirdim, Sonra gösterdiği
hizmete göre makamını da yükseltirdim.
Altıncı taife; akıllı, tecrübeli güvenilir kişiler ki, saltanat sırlarını onlarla
istişare etmeye lâyık idiler. Bu taifeyi iç işlerimden sorumlu kılıp, gizli
işler ve sırları bunlara teslim ettim.
Yedinci taife; vezirler, başkâtibler, yazıcılardır ki, saltanat sarayını bunlarla
süsledim. Bunları memleket evlerinin aynası kıldım. Tüm ülkelerdeki hükümet
işlerini, günlük olayları, sipahi ve raiye- nin durumunu bana bildirirdiler.
Bunlar devlet hâzinelerini zenginleştirip, saltanat mülkünde görünen açıklan
uygun tedbirlerle kapatıp, memleket refahı için daima faaliyette bulunurlardı.
Sekizinci taife; hekimler, tabibler, müneccimler, mühendisler. Ki, saltanat müessesesinin
kalkındırıcısıdırlar. Bunları etrafıma topladım. Hekim-tabib beraberliğinde
hastalan tedavi ettirirdim. Müneccimlerden vıldız yürüyüşünü, felek devirlerini
teyid edip, mutlu mutsuz günleri onlardan sorar idim. Mühendislerin Ölçümlerine
uygun, gösterdiklerine göre yüksek imaretler kurup, bağ bostanlar yaptırdım.
Dokuzuncu taife; tefsir, hadis âlimleri başta olmak üzere dünya tarihçileridir ki,
onları toplayıp yanımda yer verdim. Peygamberler, evliyâ kıssaları, padişah
haberleri, bunların saltanat tahtına nasıl yetiştiklerini, devletlerinin hangi
sebeplerden dolayı zevâle uğradığını bunlara sorup işitir idim. Her birinin iş
ve sözlerinden tecrübe çıkarıp, geçmiş gelecek dünya vakıalarından haberdar
olurdum. Onların sayesinde gelmiş geçmiş âlem durumundan haberdar olurdum.
Onuncu taife; hüner ve zanâat sahipleridir. Bunların her sınıfa mensub hünerlilerinden
devlethaneme getirip, öz karargâhımdaki mertebelere tayin ettim. Seferde,
hazarda askerin gereken levâzımâtım daima hazırlardılar.
On birinci taife; meşâyih, sûfîler, terk-i dünya olup
Hudâ'yı tanıyanlardır. Bunlarla da yakînen tanıştım. Onlarla sohbetler düzenleyip
âhiret için faydalar aldım. Hudâ'nın sözünü işitip, bunların kerâmetlerini
gördüm. Bu taifenin sohbetlerinden canım rahatlayıp, özüm çok huzur bulurdum.
On ikinci taife; yurttan yurda, elden ele yürüyen tacirler, dolaşıp şehir gören gezgin
sefer ehlidir. Dünya haberlerini bana iletmeleri için bu taifenin sefer
yollarını kolaylaştırıp, her zaman destekleyip, gönüllerini ferahlatırdım.
Tacirlere, kervanbaşılara, yolculara kılavuzlar tayin ettim. Hotan[24],
Çin[25],
Çin-i Maçin[26],
Hindistan, Arabistan, Mısır, Şam, Rum, Cezair,[27]
Frengistan2* yerlerine varıp, oraların en nefis mal matahlarından
devlete lâyık nadideler getirsinler ve de orada yaşayan kişilerin
durumlarından bana haber versinler. Oranın hükümetleri, raiyesi nasıl iş
yapmakta olduklarını öğrenip gelince bana bildirsinler.
Sh: 71-85
Benim de şöyle işittiğim oldu. Peygamberimiz Muhammed
Aleyhisselâm'dan sormuşlar:
"Eğer siz
peygamber olmamış olsaydınız hangi işi yapacaktınız?" O
zaman Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: "Padişahlar hizmetinde olup, Hudâ bendelerine iyilik yapardım." demiştir.[28]
Sh: 96
Emrettim; fethedilen her memleketteki sipahiler kendi istekleriyle boyun
eğerek gelirlerse, onlara leşker sırasından askerlik yeri versinler. Oranın
halkını kötü hâdiselerden, katiden, esir olmaktan, talandan, onların mal, dünya
ve eşyalarını yağmadan korusunlar. O memleketten düşen ganimet malları hesabını
yapsınlar. Yerli ulemâ eşrafını aziz tutsunlar. Beyler, aksakallar ve köy
çiftçilerini, ziraatçıları destekleyip gönlünü alsınlar. Halkı ümit ile korku
arasında tutsunlar. Eğer suç işlerlerse yaptıklarına göre cerime kessinler.
Yine ferman verdim; bizim elimize geçen her memlekette oranın ulemâ,
fuzalâ, seyyid, dervişler, halvete çekilen âbidlerine suyurğal, aylık mâişet
tayin kılsınlar. Çalışamayan, fakir-miskin, felç, körlere günlük nafaka versinler.
Müderrislere, mekteb öğretmenlerine aylık mâişet belirlesinler. Her yer, her
şehirde geçmiş evliyâlar mezar ve makbarelerine yer-su vakfedip, kilim, taam ve
çıraklarını temin etsinler.
İlk önce, Emîru'l-mü'minîn Hazreti
Ali Şâh-ı Merdân ibn Ebî Tâlib kerremallâhü vechehü ravzalarına Dicle, Necef
yerlerinde vakıf ayırsınlar.
Kerbelâ şehidi İmam Hüseyin
radiyallahü anh, evliyâlar reisi Şeyh Abdulkadir Geylânî, İmam-ı A'zâm Ebû
Hanîfe rahmetullahi aleyh ve bunlardan başka Bağdat'taki her evliyâ, meşâyih
mezarlarına lâyık tarzda yer-su vakıf belirlesinler.
İmam Mûsâ Kâzım[29], İmam Muhammed Tâkî[30],
Selmân-ı Fârisî'lere Cezire[31]
ve Medâin'den[32]
verimli arazileri vakıf kılsınlar. İmam Ali ibn Mûsâ'nm mübarek ravzalarına,
Kütahbest nahiyesi ve Tus şehri etrafındaki yerlerden vakıf etsinler. Ve kilim,
çirak, taamlarını temin etsinler.
Yine şöyle emrettim ki; İran ve Turan'daki meşâyih mezarlarının her birine
nezir ve vakıflar tayin etsinler.
Yine buyruk verdim; şöyle ki, bize tâbi tüm memleketlerde dilencileri
toplasınlar. Aralarında çalışmaktan aciz olanları varsa onlara günlük yiyecek
verip ve nafaka kesip ileride dilencilik yapmayacakları hakkında resmî hüccet
alsınlar. Eğer tekrar dilencilik yaparlarsa, ırak yerlere sürsünler ki, benim
elim altında olan memleketlerden dilencilik âdeti kaldırılsın. Çalışabilenleri
çalıştırsınlar.
Sh: 119-120
Pîrim bana yazdı ki:
"Hudâ ve Peygamberi'nin hükmüyle amel et. Resûlullah'ın evlâd ve
nesillerine yardımda bulun. Hudâ mülkünde yaşayıp, Hudâ nimetlerini
yiyip, yine de O'na ve peygamberine düşmanlık kılan padişahları Hudâ mülkünden
çıkart. Hudâ mülkünde adalet et ki, demişler: 'Mülk küfürle durabilir,
zulümle duramaz.' Kötü fiil, kötü işlerden Hudâ mülkünü arındırıp temizle
ki, kötü taam bedene nasıl bir ziyan kılarsa, kötü işler âleme böyle ziyan
verir. Zulümün kalıntısını bile bırakmadan yok et, onun izini sil. Zâlimin
dünyada uzun yaşamakta olduğunu asla onun iyiliğinden görme. Zâlim-fâsıkların
uzun yaşayışlarının sebebi şu ki, kendilerinde var olan tüm kötülükleri yüzeye
çıkarıncaya dek Hudâ onlara mühlet verir. Vakti bitince İlâhî kahrın gazabına
aniden maruz kalacaklar. Bazı vakitte zâlimler fâsıklar İlâhî gazaba uğrayıp
zindana, açlığa, kıtlığa, savaş kavgalara, ani ölüme giriftar olurlar. Bazen
iyi kişiler de kötülerin uğursuzluğundan afete uğrarlar. Şöyle ki, kamış
ormanına ateş düştüğünde yaş kuru bakmadan hepsini yakar. Kâfir zâlimlerin
terakkisine, fâsık-fâcirlerin gelişmesine hayran olup yine yanlışa gitme. Kâfir
zâlimler, fâsık-fâcirler her ne kadar zulmü hıyanet, fısık, fesad kılsalar da
işleri revaçtadır; gittikçe naz-nimetleri çoğalıyor, bunların Hudâ'nın hoşuna
giden bir şeyi vardır diye kuşkulanma. Belki bunun sebebi şu ki, bir gün
Hudâ'sını tanıyıp, iman-insafa gelecekler. Her ne kadar kötülük yapsalar bile
yine de rızklarını vermekte olan Tanrı'ya ikrar kılıp, onun nimetlerine şükür
kılsınlar. Eğer kılmazlarsa sonunda Hudâ'nın kahır gazabına maruz kalacaklar."
Pirimden bana bu name gelince, kâfir zâlimler, fâsık-fâcirler,
dinsiz-münâfıklar elinden Hudâ mülkünü çekip alıp, onları yok etmek için
gayret kemerini bağladım.
Sh: 115-116
Pîrim Zeynüddîn Ebû Bekir Taybâdî [33]
bana yazmıştır ki;
"Ey muzaffer Timur!
Devlet işlerinde şu üç şeyi ihmal etme:
Birincisi istişâre, İkincisi sabır, üçüncüsü sağlam ve
uyanıklıkla iş yapma. Çünkü istişâresiz giden saltanat yolu yanlış, sonu
pişmanlık olur. Saltanat işlerini yürütürken hiçbir şeyi istişâresiz yapma ki,
pişmanlık duymayasın. Şunu da bilmen gerekir ki, saltanat işlerinin tamı
tamına yarısı bu yolda karşılaşacağın her türlü zorluğa sebat göstererek sabretmektir.
İkinci yarısı ise, bazı şeyleri bilip bilmezlikten, görüp görmezlikten
gelmektir. Kısacası, her işte sebat ve sabır göstererek uyanık olup, bahadırlık
yaparsan, bütün işleri başarabilirsin. Vesselam.”
Sh: 23
Pirimden akıl almak için bir hat yazdım. Şu muhtevâyı yazmış idiler: Bir
kişi dördüncü halife Hz. Ali'ye sormuştu ki "Gökler yay olsa, yer yay
teli olsa, afetler ok olsa, insanlar nişan olsa, atan da Allah Teâlâ olsa,
şimdi insanlar nereye kaçarlar?" O zaman Halife "Hudâ'ya
kaçsınlar" demiştir. Bunun gibi sen de Tuğluk Timur'un kendisine kaç.
Elindeki ok ve yayı çekip alırsın.
Bu cevabın gelmesiyle gönlüm ferahlayıp, yüreğim bundan kuvvet aldı. Lâkin
bir işi yapmaya niyet etsem, istişâre bir neticeye ulaşınca yine Kurân'dan
tefe'ül [34]
ederek, ona göre davranırdım. Tuğluk Timur Han'a gitmeden önce de tefe'ül
etmiştim ki, Yûsuf Sûresi çıktı. Oysaki Yûsuf aleyhisselâm kul olarak satılmış,
ancak daha sonra Mısır padişahı olmuştu. Han ile görüştükten sonra, demek ben
de bir devlete sahip olacağım diyerek, bunu iyiliğe yordum.
Sh:26
Kaynak: TİMUR'UN GÜNLÜĞÜ, -Tüzükât-ı Timur- SAHİBKIRAN EMÎR TİMUR
MUHAMMED TARAĞAY BAHADIROĞLU, Hazırlayanlar Kutlukhan Şakirov-Adnan Aslan,
İnsan Yay. ikinci baskı, 2010, İstanbul
Osmanlılar,
Yıldırım Bayezid zamanında, Türkmenler elinden almış ise de, Timur’un
ilerlemesinde ilk defa önüne Sivas gelmiştir. Halkı ve binlerce çocuk
boyunlarına Kur’an takarak Timur’u karşılamaya çıkmışlarsa da, demir yürekli
nursuz adam bunları ayaklar altında perişan etmiştir. Burada yedi gün kalarak
yetmiş bin bilgin ve halkı kılıçtan geçirmiştir. Bu şekilde kaleyi dahi harab
etmiştir. Halen harabeleri durmaktadır. Halk ağzında, «Sana bir iş edeyim ki
Timurlenk Sivas’a etmemiş ola» derler.
Timur,
Nasreddin Hoca ile görüştüğünde Hoca, Timur’a:
«Niçin
Sivas’da kırkbin çocuk ve nurlu Muhammed ümmetini Tatar atlar altında ezip
yetmişbin Allah yaratığını öldürdünüz?» Dediğinde
-
Timur:Vallahi Sivaslılar, Kuran-ı Azim yaratılmışdır diyerek, uydurma sözleri
hükmü kaldırılmış âyetlere benzedip, Kur’an’ı Kuranlıktan çıkarmışlardı.
Çocukları da zina çocukları olup, ihtiyarları ise Şiî, Hurafî, Cebrî, Kadiri
mezheplerine girmişlerdi. Âleme örnek olarak doğru yola getirmek için,
üzerlerine yürüyerek şehirlerini harab ettim. Senin hatırın için şehrini sana
bağışladım. Korkma, harab etmem.» demişti.
Sonra,
Yıldırım Han ile çarpışmıştır.
Kaynak: Evliyâ Çelebi Seyahatname, Kısaltılmış Versiyon,
Yenişafak,2006 -Sıvasa Gidişimiz, Sh: 305-306
Bundan evvelki kısmın sonlarında yazıldığı veçhile
Kadı Burhaneddin Ahmed’in katlinden sonra onun nüfuz ve kudretini idame edecek
evladı olmadığından dolayı kuvvetli bir hükümetin idaresine geçmek isteyen
Sivaslılar 801 H / M 1398 senesinde memleketi Yıldırım Bayezid Han’a teslim
eylemişler ve o da büyük oğlu Emîr Süleyman’ı Sivas’a hâkim nasbetmişti.*
* Sivas’ın
Yıldırım’a geçmesini ( Tevârîh-i Âl-i Osman, Heşt Bihişt) 797 H ve Tâcu’l-Tevârîh798
H, İbn Hacer Askalânî 799 II / M 1397 olarak göstermişlerse de hakiki
olan tarih 801 H / M 1399 senesidir. Tarihlerin buna muhalif olarak beyân-ı
mütalaa etmeleri, Burhaneddin’in bu tarihten daha evvel vefatını
zannettiklerinden ve bir dc Burhaneddin’in Yıldırım Bayezid’le vaki ilk
muharebesini müteakip Sivas’ın alındığı zehabına kapılmalarından ileri
gelmiştir.
Esbabı tarihlerde malûm olan
vaziyetler dolayısıyla Demirleng ile Yıldırım Bayezid’in araları açılmıştı. Demirleng 802 H / M 1399 senesi
sonunda Sivas üzerine yürüdü. Sivas Emîri Süleyman, babası Bayezid’den istimdat
etti. Bayezid, o sırada İstanbul muhasarasıyla meşgul olduğundan oğluna bizzat
yardım edemedi. Mamafih diğer oğlu Çelebi Mehmed ve Demirtaş vasıtasıyla muavin
kuvvetler irsal eyledi.**
**Şerefeddin Ali
Yezdî’nin Timurname’siyle, Ravzatu’s-Safada Yıldırım ’ın oğlu
Güreşçi’yi Demirtaş’la beraber Sivas’a muavenete gönderdiği muharrerdir. Bazı
Arap tarihleri Çelebi Mehmed’e (Güreşçi) yani pehlivan derler. Bu ihtimale ve
Çelebi Mehmed’in o sırada Sivas’a yakın olan Amasya’da bulunmasına binaen biz,
Mehmed Çelebi’nin muavenete geldiğini kabul ile metinde onun ismini yazdık.
Güreşçi lakabı hakkında Hayrullah Efendi’de şu kayıt vardır: (C 7, s. 75)
“Çelebi Mehmed’e Güreşçi Çelebi dahi derler. Zira memâlik-i Şarkiyye ahalisi
katında güreş tutmak kahramanlığa delalet eder bir alâmettir.”
Vaziyetin tehlikeli olduğunu gören Emîr Süleyman,
şehri müdafaa için icap eden tahkimatı yapmaya başladı, ümera ve rüesayı kale
bedenlerine dağıttı.
Emîr Süleyman, bizzat müdafaadan korktuğu için yerine
ümeradan Mustafa Bey’i vali bıraktı, mühimmat ihzar edip gelinceye kadar kaleyi
müdafaa etmelerini maiyyetine tavsiye ederek kaçtı, ümera çarnaçar müdafaaya
karar verdiler.
Sivas’a yaklaşan Demirleng etrafa gönderdiği casuslar
vasıtasıyla Emîr Süleyman’ın kaçmakta olduğunu öğrendi. Derhâl emirlerinden
Emîr Süleyman Şah, Emîr Cihanşah, Emîr Şeyh Nureddin ve Seyyid Hoca Şeyh Ali
Bahadır vesair ümerayı mühim bir kuvvetle Emîr Süleyman’ın takibine gönderdi.
Takip kuvvetleri Kayseri’yi geçerek firarilere
yetiştiler ve bunları dağıttıktan sonra aldıkları ganaimle Sivas önüne gelmiş
olan Demirleng ordusuna iltihak ettiler.
Demirleng 802 H / M 1401 senesi Zilhiccesinin on
yedisinde büyük bir kuvvetle * Sivas’a gelmişti.** Sivas kalesini görünce
müteaddit tecrübelerine binaen buranın az zamanda zapt olunacağını söyledi.
***
*İnbâu’l-Gumr’da
Sivas muhasarasının 803 H senesi Muharreminin ilk günü başladığı muharrerdir.
** Demirleng,
Sivas hududuna geldikte orada yerli Mehmed Paşa’yı buldu. Bu zat toplayabildiği
askerle ordu kurmuştu. Fakat vukua gelen müsademede mahv u perişan edildi
(Minyö’nün Osmanlı Tarihi,s. 52). Bu mütalaayı başka yerde
görmedik. Acaba bu Mehmcd Paşa gerçekten yerli midir- Yoksa Çelebi Mehmed midir?
*** Acaibü
‘l-Makdûr’a göre on sekiz günde fethederim, demişmiş.
Üç dört bin kadar süvari ve okçudan ibaret olan
mahsurlar* kalenin metin ve müstahkem olmasına güveniyorlardı. Kale, daha evvel
Demirleng’in muhasara etmesi ihtimaline binaen Kadı Burhaneddin Ahmed
tarafından tahkim edilmiş ve üç tarafından yani garp, şimal ve cenuptan içi su
dolu hendekle çevrilmişti.
* Kale
muhafızlarını Acâibü’l-Makdûrve en-Nücûmü’z-Zâhireüç
bin, abîbii’s-Siyer, Fezleke, Ravzatu ’s-Safâ, Tâcu ‘t-Tevârîh,
Ravzatu ’l-Ebrâr, Timurnâme-i Yezdîdört bin gösteriyorlar.
Kale, temelinden burçlarına kadar Alâeddin Keykubad
tarafından yonma taştan yaptırılmıştı. Her taşı iki üç arşın tülünde idi.
Kalenin irtifası burçlarına kadar yirmi arşın idi. [
Ravzatu s-Safâ,cüz: 6, 1891 tab’ı.] Kale duvarının temelinin genişliği
on ve en üst kısmının genişliği de altı arşın idi. [Timurname:
Şerefeddin Yezdî.]
Kale kumandanı Mustafa Bey kuvvetini icap eden
mahallere yerleştirmiş ve müdafaa vaziyeti almıştı. Kalenin yedi kapısı vardı.
Kalenin şark tarafında yani Demirhan’ın karargâhının
bulunduğu cihette hendek yoktu. Lağım kazarak, setler yaparak kaleye bu
cihetten taarruz edildi. Sekiz bin lağımcı istihkâmlar altına girdi. Toprağın
akmasını men için açılan lağımlara büyük kazıklar diktiler, kuvvetli tahtalar
döşediler. Lağımlar vüs’at-i matlûbeyi bulunca lağımcılar, kazıklara ateş
vererek geri çekiliyorlar ve istihkâmatın büyük parçaları müthiş gürültülerle
yıkılıyordu.”[ Hammer Tarihi, Atabeg Tercümesi (C
2, s. 43).]
İçeriden ve dışarıdan mancınık ve arrade’. [Arrade, mancınıktan daha küçük bir harp aleti olup
taşları uzak yerlere kadar atardı. Râ’nm teşdidiyledir. Koşmak ve seğirtmek
manasına olan (Ta’rîd)’den alınmıştır. Çoğulu arrâdât’tır. (Muhîtü’l-Muhît ve
Tâcu ’l-Arûs)] ile taşlar ve mevâdd-ı müşte’ile istimal ediliyordu.
Demirhan, bütün şehre hâkim, yüksek bir mevki bina
ederek üzerine ateş saçan makinelerini, mancınıklarını yerleştirmişti. Bunlarla
suru tahrip ediyordu.
Her iki tarafta da fevkalade
faaliyet ve gayret görülüyordu. On yedi gün muharebeden sonra Demirleng ordusu
tarafından mütemadiyen atılan taş ve mevâdd-ı müşte’ile tesiriyle kale burçları
yıkılmaya başladı. Kalede delikler açıldı. Burçlara iskele kurdular. Surun
destek hizmetini gören kazıklarına ateş verildi. Çıkan duman, mahsurîne dehşet
ve hayret verdi. Kalenin bir hücum ile elde edilmesine bir şey kalmadı. Kale
muhafızı Mustafa Bey ümitsiz bir hâlde, ahali dc heyecan içinde idi. Kaleyi
teslim etmekten başka bir çare kalmadığı anlaşıldı.
Sivas’ın âyân,
eşraf ve uleması Mustafa Bey’le birlikte Demirleng’in katına çıkarak ayaklarına
kapandılar ve kendisinden merhamet istediler. Demirhan, istirhamlarını kabul
etti.
Sivas, muhasaranın on sekizinci günü yani 803 H / M
1401 senesi Muharreminin iptidasında zapt ve kalesi tahrip edilmiştir.[ Acâibii ‘l-Makdûr ile en-Nücûmü ’z-Zâhire Muharremin
beşinci günü zapt edildiğini yazarlar.]
Şehirdeki Müslümanlara aman verildi ve ona mukabil
kendilerinden fıdye-i necât olarak bir miktar para alındı. Şehirdeki
Hristiyanların malları yağma olundu, şehri müdafaa eden ve ekserisi Türk’ün
gayrı olan Yıldırım’ın askerleri’ [Dögini, bu askerlerin kısm-ı a’zamının Ermenilerden mürekkep olduğunu yazar
(C 7, s. 104).] kıtale sebep olduklarından
dolayı diri diri çukurlara atılıp üzerlerine toprak örtülmek ” [Timurname, Ravzatu ’s-Safâ.] suretiyle itlaf
edildiler. [Timürleng,
güya kan dökmeyeceğine dair söz vermiş ve yemin içmiş olduğundan muhafızları,
diğer muhariplere ibret olmak üzere çukura gömmek suretiyle kan dökmeden telef
edilmelerini muvafık gölmüş ve “Ben kan dökmedim, yeminimde sabitim”
demiş. en-Nücûmü ‘z-Zâhire, Avrupa tab’ı, s. 50.]
Demirleng, muhafız
Mustafa Bey’i evvela esir addetti ve bilahare serbest bıraktı.*
* Lütfi
Paşa Tarihi(s.53,54) Mustafa isminin yerine Malkoç Bey diyor. “Sivas’ta Malkoç
adlı bir bey vardı, onu öldürmedi ve eyitti: Git, var Yıldırım Han’a
vaziyetimizi de, dedi.”
Hayrullah Efendi
Tarihi(C 5, s. 17) Mustafa Malkoç Bey diyor ve o da Lütfi Paşa’nm
mütalaasını tekrar ediyor
“ İbn Arabşah, Acâibü’l-Makdûr’unda şöyle
diyor:
“Muharebe bitip
muharipleri derdest edince bunların hepsini bağlattı ve kazdırdığı hendeklere
diri diri attırdı.* Müdafıler üç bin kişi idiler. Sonra
yağmaya koyuldu. Ahalinin kısm-ı küllisini kati ve bir kısmını esir eyledi.**Bu
şehir, en güzel bir iklimde şehirlerin en medeni ve en güzeli idi.
Müstahkem ve mamur ebniyesi ve âsâr-ı kadîmesi ve meâbid ve hayratıyla
meşhurdu.”
Hammer Tarihi, Sivas’ın müstahkem şehirlerden olup
Timur istilası zamanında yüz binden fazla nüfusu olduğunu yazar. [Hammer Tercümesi,C 2, s.43.]
Sivas’ın zapt u tahribine
müteaddit tarihler söylenmiştir. (Harap) kelimesi Sivas’ın zaptına tarih
düşmüştür:
Şam ülkesine kadar uzanan Sivas ve Halep bayındırlık hususunda peçesiz
gelin gibidir. (Harab)tarihinin gösterdiği sene ve aylarda Timiir ordusunun
ateşiyle harap oldu.
Fatih’in veziri Mahmud Paşa namına yazılmış Düstûrnâme
ismindeki manzum tarihte şu beyitler görülmektedir:
Çün sekiz yüz üç yıla hicret irer
Geldi Sivas ’a Timür leşker direr
Ol la’in eyledi Sivas ’ı har âb
Döndü yine şahdan edip icünâb
Geldi Sivas ’a Timür leşker direr
Ol la’in eyledi Sivas ’ı har âb
Döndü yine şahdan edip icünâb
Bu manzum eser yirmi bab üzerine tertip edilmiştir.
Bir nüshası Ankara Maarif Kütüphanesi’ndedir. Demirleng Sivas’ı zapt ve tahrip
ettikten sonra Malatya üzerine yürüdü. Âlî Tarihi, Demirleng’in Sivas’ı
Kara Yülük Osman Bey’e verdiğini beyan ediyor (c. 3, s. 27).
* Dört
bin Ermeni süvarisi teslim mukavelenamesi mucibince esir ediliyordu. Demir bu
esirleri askerine teslim etti, Hristiyanlar başları iplerle bacaklarının
arasına sıkıştırılmış olduğu hâlde onar onar geniş hendeklere dolduruldular.
Çukurlar tahta ile örtülerek üzerine toprak konuldu. Bu suretle bunlar eziyetle
geç ölecek idiler (Hammer Tercümesi, C 2, s. 43).
** İbn
Arabşah’ın bu mütalaasıyla Habîbü ’s-Siyer, Timurnameve Kavzattı
’s-Safâ’nın mütalaaları birbirini tutmaz. Bu eserler Demirleng’in yalnız
muhafızları itlaf ettiğini ve Hristiyanların mallarının yağma edilmesiyle
iktifa olunduğunu ve Müslümanların fidye-i necât ile selamete erdiklerini
yazarlar. Diğer bazı müverrihlerin mütalaaları da şöyledir:
en-Nücûmü
’z-Zâhire, Demirleng’in Sivas’ı alarak halkının kısm-ı a’zamını katlettiğini
yazar (Ayasofya Kütüphanesi, C 6, s. 29).İbn Ayas (Bedâyiü
’z-Zuhûr)ismindeki tarihinde (C 1, s. 326)
Demirleng’in
Sivas’a girerek ahalisini öldürdüğü ve bazı insanları diri diri toprağa gömerek
bazılarını da ateşe atarak yaktığı haberinin şayi olduğunu beyan eder.
Tevârîh-i Âl-i Osmân,”Sivas şehrini alıp harap edip halkını helak edip hisarını
yıkıp (s. 32)
Hammer
Tarihi”Sivas’ın eli silah tutan ahalisinin ve hastalıklarının diğerlerine
sirayet etmemesi için cüzzam illetiyle ma’lul olanların katledildiğini yazar (C
2, s. 45).
Hayrullah Efendi
de şöyle der: (C 5, s.6 4) “Derûn-ı hisârda bulunan sekene ve ahali bu hâlden
gafil olarak başlarında Kur’an, ellerinde toprak zükûr ve inastan altı bin
kadar etfali önlerine katıp kale kapısından taşra çıkıp huzûr-ı Timur’a vararak
inayet ve merhamet istidasında bulundular. Demirleng bunları
atların ayağı altında telef ettirip birtakımını dahi çukurlar ve kuyular
kazdırıp içine
Sh: 143-147(orjinal 93-96)
Kaynak:
Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI -Rıdvan Nafiz EDGÜER, SİVAS ŞEHRİ,
Baskı:. 1928 /1346) Hazırlayan: Prof. Dr. Recep TOPARLI, Atatürk Kültür, Dil Ve
Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları Ankara-2014
[1] Peygamberlerin sonuncusu demektir; Hz. Muhammed Aleyhisselam
sallallâhü aleyhi ve selleme verilen unvandır.
[4] Timur'un fahri adıdır. Zöhre (Venüs) ve Müşteri
(Jüpiter)'in birbirine yaklaştığı halete "Kıran burcu"denir. Timur
bu zamanda doğmuştur. Böyle çocukların ileride saltanat ve saadet sahibi
olacağına inanılmıştır.
[5] Veya Mîr Seyyid Şerif Ciircânî (1330-1414),
Gürcanlı ünlü filozof âlim. Timur onu 1387'de Semerkand'a getirmiş ve o burada
Dâru'ş-Şifâ'da ders vermiştir.
[6] "Allah'ım!
Kim [Muhammed] dinine yardım etse, sen de ona yardım et; kim onun dinini hor
görürse, Sen de onu hor gör."
[14] Veya Sultan Sancar ibn Melikşah,
Selçukî sülâlesinden İran'da hükmeden padişah (1118-1157). Gaznevî dönemi ünlü
şair (1070-1140).
[20] Olcaytu Han kurduran şehir (şimdiki
İran Azerbaycan'ında), o zamanlar İlhanlı devletinin başkenti.
[32] Bağdat'ın 65 km. güneydoğusundaki
kadim şehir. Enûşirevan zamanında İran'ın Dicle kenarındaki yedi büyük şehrinin
ortak adı.
[33] Zeynüddîn Ebû Bekir Taybâdî: Horasanlı ünlü
şeyhülislâm, barış yanlısı ve raiyetsever insan.
[34] Kur'ân'dan sayfa açıp hayra yorma.