| |
SUNUŞ
Abdülbâki GÖLPINARLI
1365 yılı recebinde, Muhammed Huseyn Âlu Kâşifil-Gıtâ’ya,
Basra’da Minâ Müdürlüğü mütercimi Ahmed Bedran, bir mektup yollamış, Britanya
İslâm Ansiklopedisinin yeni basını dolayısıyla İmâm Huseyn aleyhisselâm’ın
şehâdetinden sonra kabrinden ve civârından alınan toprağa secde edişin nasıl ve
ne sebeple neş’et ettiğini, İmâm Huseyn aleyhisselâmdan, önce böyle birşey
olmadığı halde sonradan bunun nasıl meydana geldiğini ve Müslümanlardan ilk
olarak kimin bu toprağa secde ettiğini müsteşriklerin sorduğunu, bu hususlarda
aydınlanmak istediklerini, verilecek bilgiyi İngilizceye çevirerek onlara
sunacağını bildirmiştir. Bu mektuplun sonra Muhammed Huseyn Âlu Kâşifil-Gıtâ,
küçük bir risâle halinde «al Arz’u vet Turbatil Huseyniyya» yı yazmış ve
bu risâle, Hacı Mirza Nacmul-Askeri’nin arapça «al-Vudû’u fil Kitabı vas-Sunna»
adlı çok değerli kitabiyle merhum Seyyid Abdul-Huseyn Şerafuddin’in, gene aynı
dilde yazdığı «al Mashu alel arculi av gaslihâ fil vudû’» adlı risalesine zeyl
olarak Kahire’de, «an Nacâh» Kitaphânesi yayınları arasında, «Matbaatu
Dârit-te’llîf» te basılmıştır. Müellifin bu risâlesini telhis yoluyla türkçeye
çevirip okuyuculara sunuyoruz. Bu sûretle iki büyük, İslâm mezhebi arasındaki
anlaşmazlık unsurlarından birinin daha ortadan kalkacağını ummaktayız. Tevfik
Allah’tandır.
Abdülbâkiy GÖLPINARLI
«Göklerde ve yeryüzünde nice deliller var ki onları
görmezler ve yüz çevirip giderler.» (XII, 105)
Bu âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi gerçekten de
her vakit ve her hâlde yüz çevrilip gidilen delillerin en
büyüklerinden biri de üstünde yaşadığımız, ondan meydana gelen şeylerle yaşayıp
geçindiğimiz, «Öyle bir mâbuddur ki yeryüzünü size döşek etmiş, orda size
yollar açmışa gökten yağmur yağdırmış, o yağmur sebebiyle de çeşit-çeşit,
çifter-çifter nebatlar yaratmıştır. Yeyin ve yedirin davarlarınıza; şüphe yok
ki bunda, aklı olanlara deliller var. Oradan yarattık sizi; gene oraya iade
edeceğiz sizi ve oradan çıkaracağız sizi bir daha» âyetlerinde (XX, 53-55)
bildirilen yeryüzüdür. Yeryüzünde yürüyüp durur, toprağını ekim-biçim için
saçıp savurur, hayvanlarımızı orada yayar, besler, bereketlerinden
faydalanırız; bütün hayâtımızda onunla haşir-neşir oluruz da onu gene de
hatırımıza bile getirmeyiz; delillerinden gaflet eder, yüz çeviririz; ondaki
pek büyük kudrete, görünüp duran san’ata göz yumarız. Toprağı, varlıkların en
aşağısı sayarız; en önemsizi biliriz; ayaklarımızın altına serilmiştir.
Görünüşte birşeydir o, tek bir unsurdur; fakat i nice unsurlar vardır, nice
hâssalar vardır onda. Yiyeceğimiz hubûbat ordan biter; giyeceğimiz şeyleri o
verir; tadları, hâssaları ayrı-ayrı, çeşit-çeşit meyvalarımız onda olur.
Toprak, tad veren, hayat bağışlayan, renk-renk, kokuları
ayrı bitkileri verdiği gibi acı, öldürücü zehirleri de verir. Oysa ki hepsi
yeşildir, rengârenktir, hepsi de birbirine benzer. Kur’ân-ı Kerîm’de, «Yeryüzünde
birbirine komşu bölgeler, üzüm bağları, ekinler, bir kökten yetişmiş
hurmalıklar var ki hepsi bir suyla sulanmada; fakat lezzet bakımından bir
kısmını, öbürlerinden üstün etmedeyiz. Şüphe yok ki akıl edenlere, bunlarda ad
deliller var» (XIII, 4) buyurulduğu gibi toprak birdir, su bir; fakat
yetişenlerin herbirinde ayrı hâssa mevcut; hiçbiri, öbürüne benzemez. Her
meyva, kendi mevsiminde olur; her bitki, kendi mevsiminde. Baharın oIan kışın
bulunmaz; kışın olansa yazın rastlanmaz. Toprağın hâssalarından biri de ondan
çıkan mâdenlerdir. Şu altına, gümüşe, şu-yâkuuta, fîrûzeye bak; benzerlerini
seyret. Hepsi de topraktan çıkmıyor mu; hepsi de ordan olmuyor mu? Evet;
yeryüzü, cansız dediklerimizin, bitkilerin, canlıların anasıdır. Suyla,
havayla, güneşin ışığıyla kaplanmıştır; yeryüzü, hayâtın ta kendisidir, ölümün
de ta kendisi. Hastalık ordan meydana gelir; ilâç ordan biter, boy verir, yüz gösterir.
Gökyüzünün eserleri belki sayılabilir; fakat yeryüzünün eserlerini saymıya
imkân yoktur. İmkân yoktur yeryüzünün mâdenlerini saymıya; imkân yoktur
yeryüzünün bereketlerini bilmiye; imkân yoktur yeryüzünün unsurlarını anlamaya.
Kur’ân-ı Kerîm, «Yeryüzünü bir toplantı yeri olarak halketmedik mi dirilere
ve ölülere?» buyurur. (LXXVII, 25-26). Ondan sonra gene buyurur ki: «Ve
yeryüzünü de bundan sonra yaydı, döşedi; ordan suyunu, otlağını çıkarıp meydana
getirdi.» (LXXIX, 30-31). Ve gene, «Artık insan, yediğine bir baksın;
şüphe yok ki biz, bir yağmurdur yağdırdık; sonra yeryüzünü bir iyice yardık;
derken orda tohumlar bitirdik ve üzüm ve yoncalar ve zeytin ve hurma ve çeşitli
büyük ağaçlan bulunan bahçeler ve meyvalar ve otlaklar» buyurur (LXXX,
24-31).
Yeryüzünden biten, ordan meydana gelen bitkileri, ağaçları,
hubûbâtı, meyvalar):, mâdenleri bırakalım bir yana, hele şu herşeyi kırıp döken
her sınığı onaran akla sâhib insan nerden meydana gelmiş? Topraktan değil mi?
Varlığı, her parça-buçuğu topraktan meydana gelmiyor mu ve gene de toprak
olmuyor mu?
Toprağın en kutsal yüceliklerinden biri de Rasûlullâh
sallallâhu aleyhi ve âlihî ve sellem’in, halk içinde en fazla sevdiği Ali
aleyhisselâm’a, «Abû-Türâb—Toprak babası» künyesini vermesidir ve bu
künye, Emîrül-mü’mlnîn’in en çok sevdiği künyedir. Abdülbâkıyyül-Ömerî sûfiyâne
bir şiirinde, bu yüzden der ki:
Allah Âdem’i
topraktan yarattı;
O toprağın oğlu,
sense toprağın babasısın.
Hakîm ve ârif
Hayyâm da, bir rubaisinde,
Ey toprak,
gönlünü bir yarsalar,
Gönlünde nice
değerli gevherler var
der. Gene
ariflerden biri, bir tercîinde,
Her zerrenin
gönlünü yarsan,
İçinde bir güneş
olduğunu görürsün
demiş.
Evet, şu mübarek yeryüzü, kadrinin yüceltilmesi, ululanması,
kutlanması gereken birçok delillere sâhib» Rasûlûllâh sallallâhu aleyhi ve
âlihî ve sellem de, «Meshedin yeryüzünü; o size hayırdır, berekettir»
buyurmuşlar, bir başka hadîslerinde de yeryüzünün, insanların anası olduğunu
bildirmişlerdir ki bunların hepsi de akıl erbâbına remizlerdir, işaretlerdir.
Allah tebâreke ve teâlâ, topraktan yarattığı, onda bütün âlemi topladığı,
âlem-i ekber’in bir özü, bir özeti kıldığı Adem aleyhisselâma, meleklerin secde
etmesini emretmiştir. Melekler, Allâh’ın emrine itâat edip Âdem’i mihrab
edinerek Allah’a, Âllâh’m bedî’-i san’atına, kemâl-i kudretine, gerçek ma’bûda,
Allah’a secde etmişlerdir. İblis, bu nükteyi idrâk edememiş, ateşten
yaratıldığı için ulvî olduğunu, topraktan yaratılandan hayırlı olduğunu sanmış,
secde etmemiştir. Oysa ki secde Âdem’e değildir; Âdem’i yaratanadır. Ateşle
toprak arasında fark vardır. 'Yeryüzü toplayıcıdır; ateş dağıtıcı. Toplamak
güçtür-kuvvettir; ayırmak zaaf. Yeryüzü mûtedildir; ateş yakıcı. Yeryüzünde
bitirip oldurma kuvveti vardır; ateşte yokedip öldürme kuvveti var. Yeryüzü,
her diriyi yaşatır, besler; ateşse öldürür, helâk eder.
Allâh tebâreke ve Teâlâ, İslâm şeriatında bütün pisliklerin
suyla temizleneceğini bildirmiş’ «Su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm
edin; toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürün” buyurmuştur (IV, 43, V, 6)
ve böylece toprak, su yerine geçmiştir. Zâten de toprak, suyun eşididir ve
şer’an temizleyicidir. Yeryüzü temizdir ve mesciddir; H. Peygamber sallâhu aleyhi
ve âlihî ve sellem, «Yeryüzü bana mescid edildi; temiz kılındı»; yâni
nerde namaz vakti gelirse, orda namazını kılarsın ve su bulunmadığı vakit
onunla temizlenirsin; çünkü toprak temizdir ve temizleyicidir buyurmuştur.
Gerçekten de yeryüzü temizleyicidir; birçok pis şeyler, mikroplar yeryüzünde
ölür; bu yüzden de İslâm şeriatında ölünün toprağa gömülmesi, başka bir yere
gömülmemesi, toprağa gömülünce yanağının toprağa konması, hattâ denizde Ölen
kişinin bile, karaya çıkarılıp defni mümkünse çıkarılıp defnedilmesi
emredilmiş, yakılması men’edilmiştir. Çünkü ceset yandığı zaman ondan çıkan
buhar, havayı ifsâd eder ve bu da sihhate muzırdır. «Yeryüzünü bir toplantı
yeri olarak halketmedik mi dirilere ve ölülere?» âyetinde (LXXVII, 25-26)
buna işaret olunmakta, yeryüzünün, insanları bir araya topladığı, halkın
topraktan yaratıldığı, ölümden sonra da gene orda toplandıkları
bildirilmektedir. «Yeryüzü size hayır ve berekettir; onunla teyemmüm
edersiniz; diriyken oraya secde eder, namaz kılarsınız; ölünce de orda
toplanırsınız» buyurmaktadır ki bu, Allah’ın bir nimetidir; hamdolsun ona.
Namaz kılanın secde edeceği en güzel ve üstün şey, tertemiz topraktır.
İslâm şerîatında mübârek günlerden biri de «Dahvul Arz»,
yâni Kâ’be’nin bulunduğa yerden başlayıp yeryüzünün döşenmesi günüdür ki Zilka’denin
yirmibeşinci günüdür ve o gün, oruç tutulması sünnet olan günlerdendir. O
günde, Ehli Beyt selâmullâhi aleyhimden gelen ve okunması gereken duânın
başlangıcı, «Ey Kâbe’yi döşeyen, habbeyi yarıp çıkaran, mihnetleri gideren
Allahım, hakkım yücelttiğin, şanını büyüttüğün, mü’minlere bir ihsân olarak
lütfettiğin bu . günün hakkı için» cümleleridir ki burda, «Ve yeryüzünü
de bundan sonra yaydı, döşedi» âyetine işâret edilmektedir (LXXIX, 30).
*
Hz. Resûl sallallâhu aleyhi ve âlihî ve sellem, ümmetinin
içinde iki değer biçilmez şey bıraktığını, bu ikisinin, kendisine halef ve
halîfe olduğunu, birinin, gökten yere uzatılmış Allah ipi mesabesinde olan
Kur’ân, öbürünün Ehli Beyti bulunduğunu, bunlara yapışılırsa, kendisinden sonra
sapıklığa düşülmeyeceğini buyurmuş, Ehli Beytini Kur’ân’la şerîk kılmıştır.
Ehli Beytin ilki ve başı olan kendileri, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş,
Allah tarafından seçilmiş ve gene kendileri, «Huseyn
bendendir, ben Huseyn’denim» buyurmuşlardır. Bu Huseyn, mevki’ için,
mansab için, hilâfet için değil, alenen şeriata muhalefette bulunan bir zâlim
emîrin, Kur’ân’a muhâlif hareketlerine karşı durmak ve bu suretle kendisinden
sonra gelen müslümanların bâtılı hak bilmemelerini sağlamak için deryâlar gibi
dalgalanan bir orduya, Kerbelâ-yı Muallâ’da bir avuç dostu ve ehli beytiyle
karşı durmuş, evlâdını, süt emen yavrusuna kadar Hak ve hakikat uğruna kurban
vermiş ceddinin en sevgili sahabesinden olanların şehâdetini görmüş,
kardeşlerinin, kardeş oğullarının yasına batmış, evlâdının-ayalinin esir
olacağını bildiği, onların feryatlarını duyduğu hâlde nihayet kendi canını da
Allah yolunda, şeriatın korunması için fedâ etmiş, o kutlu yerde şehâdet
şerefine ermiş, kaniyle hakla bâtıl arasını ayırmıştır. Ümmet fedası olan
böyle bir İmâmın, Rasûlullâh’m, sallallâhu aleyhi ve âlihî ve sellemîn gözünün
bebeğinin şehîd olduğu yer, elbette kutlu bir yerdir. İslâmın zuhûr ettiği
mukaddes yer Mekke-i Mükerreme, yayılıp genişlediği mübarek yer Medîne-i Münevvere
ise, korunduğu yer de şüphe yok ki Kerbelâ-yı Muallâ’dır. O kudsî yer hakkında
İmamlarımızdan rivâyet edilen ziyarette de, «Şehâdet
ederim, ki siz tertemizsiniz ve tahâret-i kâmileye eriştiniz; defnedildiğiniz
yer de tertemiz bir hâle geldi» cümleleri
mevcuttur.
Fıkıh bilginlerimiz, yerden başka birşeye
secdeyi câiz bilmemişler; yerden biten, fakat yenmiyen, giyilmiyen şeylere de,
mâdenlerden başka, secdeye cevâz vermişler, Kerbelâ toprağına secdeninse efdal
olduğunda ittifak etmişlerdir. Şüphe yok ki yere serilen halı, kilim v.s. toza, pisliğe
mâruzdur; bu cihetten onlara secdeyi câiz görmemişlerdir. Hadîs-i şerifte, «Kulun
rabbe en yakın olduğu zaman, secdeye kapandığı andır» buyurulmuştur.
Kendilerini Hak yoluna kurbân eden, ruhları male’-i a’lâya yücelen, bu dünyânın
almayışlarına kapılmıyan, bâtıla baş eğmiyen şeriat ulularının toprağına secde
ise elbette perdeleri yırtar, açar; insanı onların rûhâniyetine ulaştırmaya,
Hakk’a yakınlaştırmıya vesîle olur, toprağa secde farzdır, Türbet-i Huseyniyyeye, zikri rahmet vesilesi, adı,
mü’minlerin gözyaşlarının akmasına, îman dolu yüreklerinin yanmasına sebeb
olan, toprağında şifâ, anılışında vefâ olan mazlûm Huseyn’in aleyhisselâm,
toprağına secdeyse, Ehli Beytin sünnetidir. Ancak şunu da belirtelim ki
Kerbelâ toprağına secde, taabbüd yoluyla olamaz; bu, küfürdür; secde, ancak
Allâh’a olur. Toprağa ve Kerbelâ toprağına secde, teberrük ve tevessül
yoluyladır, Allâh’a karşı tezellül dolayısıyladır. Bütün Şîa müctehidleri,
ittifakla, ancak Allâh’a secde edilebileceğini, başka birşeye ve ya birine
secdenin küfür olduğunu söylemişlerdir ve söylemektedirler; bütün Şia
teliflerinde bu» sarâhatla mevcuttur. Binâenaleyh tekrar edelim ki Kerbelâ
toprağına secde, o toprağa, yahut o toprakta şehîd olana ve olanlara secde
değildir; o toprağa baş koymak sûretiyle Allâh’a secdedir. Netekim toprağa
secde de, toprağa ibâdet değildir; toprağa alın koymak sûretiyle Allah’a
secdedir. Bunun aksi düşünülürse toprağa secde etmeyip halıya, kilime secde
edenlerin de yüne, yapağıya, yahut o yünün, yapağının sahibi olanlara secde
ettikleri kabul edilmiş olur ki böyle bir düşünce esâsında bâtıldır. EL
Rasûl’ün, salla’llâhu aleyhi ve sellem, toprağa, hattâ yağmur yüzünden balçık
olan toprağa secde ettiği Ehl-i Sünnetin sıhâhında mukayyettir. Evvelce de
söylediğimiz gibi meleklerin Âdem aleyhisselâma secdeleri, Allah’adır. Birşeye
secde ile, bir şeye alnını koymak sûretiyle Allah’a secde arasında büyük bir
fark vardır.
Hicretin üçüncü yılında, Uhud savaşında, Hz. Peygamber
salla’llâhu aleyhi ve sellemin amucası ve süt kardeşi Cenâb-ı Hamza şehîd
olunca Hz. Peygamberin, Müslüman hanımlara, şehidlerine ağlarlarken Hamza’yı da
anmalarını, buyurduğu, Hz. Fâtıma aleyhesselâmın, Hamzâ’nın kabrinden aldığı
topraktan tesbîh yaptığı, Hamza’ya, Seyyidüş-şühedâ, Allah'ın ve Rasûlünün
arslanı lakabının verildiği mütevâtirdir. Meclisî’nin «Bıhârül-Envâr» ında,
râhîmüs Sakafî babasından, o da İmâm Ca’feribni Muhammedüs Sâdık
aleyhisselâmdan rivâyet eder ki Fatıma
alehesselâmın bir yün ipe, tekbir sayısınca düğümler düğümlemişti ve bununla
tesbîh çekerdi. Hz. Hamza”mn şehâdetinden sonra onun toprağından
tesbîh yaptı ve onu çekmiye başladı. Huseyn salavâtullâhi aleyh şehîd edilince
bu töreye uyuldu, onun toprağından tesbîh yapıldı.
Müslümanlar dan, Müslüman imamlarından ilk olarak İmâm
Huseyn aleyhisselâm’ın toprağına secde eden, o topraktan teşbih yapan İmâm
Zeynül-âbidîn Aliyyibnil Huseyn aleyhimesselâmdır. Hattâ Şam’da, Yezid’in
meclisine girdiği zaman, elinde bu teshili vardı ve Yezîd, elinde çektiğin
nedir diye sorunca, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellemden naklen, kim bir
tesbih taşır ve sabahleyin ona mahsus duâyı okur da o teşbihi çekerse, tesbih
etmese bile tesbih sevabına erişir hadîsini rivâyet etti. İmam ve Ehli Beyt,
Medine’ye dönünce bu kudsî toprağa secde etmiye, onunla teberrüke, hattâ
hastalara o topraktan az bir mıkdârının suda halledip içirmiye başladı. Böylece
ilk olarak türbet-i Huseyniyyeye secde eden, Oniki ma’sûm imâmın dördüncüsü
olan Zeynül-âbidîn Aliyyibnil Huseyn aleyhimesselâmdır. Ondan sonra oğlu,
beşinci İmâm Muham medül Bâkır aleyhisselâm, bu töreyi yürüttü; kendisi-: ne
uyanlara bunu telkıyn eyledi. Oğlu altıncı İmâm Casferüs-Sâdık aleyhisselâm,
aynı töreyi yaydı. Şeyhut-tâife Şeyh Tûsî. Allah sırrını takdis etsin,
«Mısbâhul-Müteheccid» de rivâyet etmiştir ki Abû Abdullah Ca’ferüs Sâdık
aleyhisselâm. bir sarı bez içinde. İmâm Huseyn aleyhisselâmın toprağını,
yanında taşırdı. Namaza duracağı vakit o toprağı seccâdesine kor, secdede
alnını ona koyardı ve Abû Abdullah Huseyn aleyhisselâmın toprağına secde, yedi
hicabı yırtar, giderir buyururdu. Bu yedi hicaptan maksat; insanın rûhî
safvetini, huzûrunu bozan, İnşam insanlıktan uzaklaştıran kin, haset, hırs,
öfke, anlayışsızlık, hîle ve aşağılık duygusu olsa gerektir; bu huylarla
huylanan, herkesi kıskanır; fazilete düşman olur, iyiye ve iyiliğe karşı gelir;
benci ve benlikçi olur. Toprağa secde, tavâzuun son derecesi olduğundan bu yedi
kötü huyu gidererek yerlerine iyi huyların gelmesine sebep olacağı. da
şüphesizdir, «al-Vasâil» sâhibi, Deylemî’den rivâyet etmiştir ki Sâdık
aleyhisselâm, ancak İmâm Huseyn aleyhisselâmın, toprağına teberrük yoluyla
secde ederdi; evlâdından gelen İmâmlar da bu yolu tuttular; bu sûretle
teberrükte büyük sevaplar olduğunu bildirdiler. Tâ o zamandan beri Şîa da bu
töreye uymuş ve Kerbelâ toprağının suyla karılmasından meydana gelen ve bugün
«Mühür» denen safihalar yapmışlar, namazda secde yerine onu vaz’edip Allah’a
secde ederken alınlarını ona koyagelmişlerdir.
Hımeyrî, Onikinci İmâm’a, aleyhisselâm, İmâm Hu-seyn;
aleyhisselâmın toprağından yapılmış mühre secdede bir fazilet var mı diye
yazmış, İmâm aleyhisselâm, câiz olduğu ve fazileti bulunduğu hakkında cevap
vermiştir. Sonra o topraktan yapılan teşbihi sormuş, ona da bu meâlde cevab
almıştır. Gene İmâm Sâdık’ın Huseyn aleyhisselâmın toprağına secde, yedi kat
yeri ve oralardakileri ışıklandırır; kimin elinde bu topraktan yapılmış tesbîh
varsa ve onu çekerse, tesbîh etmese bile tesbîh sevâbmı elde eder buyurduğu
rivâyet edilmiştir.
Burada şunu da kaydetmemiz gerekir ki Huseyn’in şehâdeti,
onun toprağı, daha Huseyn çocukken, Rasulullâh’ın, sallalâhu aleyhi ve âlihî ve
sellem, zamanında bilinmekteydi. Bu hususta Suyûtî’nin, Haydarâbâd’da 1320 de
basılan «Hasâisül Kübrâ» sında, Hz. Peygamber’in İmâm Huseyn’in şehâdetini
haber vermesi faslına 'bakılmasını tavsiye ederiz.
Ehl-i Sünnet’in güvenilir büyük bilginlerinden Hâkim,
Bayhakıy, Abû Nuaym ve emsali, bu hususta Ümmül Fazl bintil Hâris’ten,
Rasûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellemın, zevceleri Ümmü Seleme ve Âyişe
validelerimizden, Enes’ten, Veheb’den, Zeyneb’den, Abû Emâme’den, İbni
Abbâs’tan hadisler rivâyet etmişlerdir. Bu hadîslerin çoğunun meali şudur:
Rasûlullâh oturmaktaydı; Huseyn de kucağındaydı. Hz. Rasûl
ağlıyordu ve ellerinde bir kabza toprak vardı, Râvî, yâ Rasûlallâh, bu
toprak nedir diye sorunca Hazret, Cebrâîl getirdi ve bana haber verdi ki
ümmetim, bu oğlumu Kerbelâ’da şehîd edecek buyurdu. Sonra o toprağı Ümmü Seleme’ye verdi ve bu toprak kana
bulanınca bil ki Huseyn’i şehîd ettiler buyurdu. Ümmü Seleme, Huseyn
aleyhisselâmın şehîd edildiği yıl, Aşürâ günü, gece gördüğü bir ruyâ üzerine
bir şişede sakladığı o toprağın kıpkırmızı bir renk almış olduğunu gördü ve
İmâm’m şehâdetini anladı.
Huseyn aleyhisselâmın. toprağı, onun şişe içinde saklanması,
o toprağın kudsiyyeti, Hz. Peygamber’in salla’llâhu aleyhi ve sellem zamanında
ve Huseyn’in doğumundan hemen sonra biliniyordu. Hz. Peygamber, onun mazlûm
olarak şehîd edileceğini haber vermişti. Netekim, Kur’ân-ı Kerîin’de, XLVIII.
sûrenin 27. âyet-i kerîmesinde beyan buyurulduğu veçhile ve vahiy yoluyla
Mescidül Harâm’a girileceğini, Mekke’nin fethedileceğini, Rûm’un Fars’a üst
geleceğini (XXX, 1 5), Kisrâ’nın ölümünü, Hâtıb’ın, müşriklere gönderdiği
mektubu ve haberi, Kisrâ ve Kayser ülkelerinin alınacağını, ashâbının,
kendisinden sonra ihtilâfa düşeceğini, Emîrü’l-mü’minîn’in İbni Mülcem
tarafından şehîd edileceğini, İmâm Hasan’ın şehâdetini, Kaysibni Sâbit’in
şehâdetini, Ümeyyeoğullarının saltanat kuracaklarını, zulmedeceklerini, Hıyre’mn
fethedileceğini ve daha bunun gibi nice şeyleri de önceden haber vermişler,
bildirmişlerdi.
*
Özet olarak risaleyi bitirirken diyeceğiz ki: Şâri’-i
hakimin, İslâm şeriatında bildirdiği şeylerden biri de toprağın temiz ve
temizleyici oluşudur.
Yeryüzü, on tane temizleyici nesnenin biridir. Pisliğin
aynı, yâni kendisi gittikten, giderildikten sonra yürümekle ayağın, ayakkabının
altı, sopanın dibi temiz olur.
Su bulunmazsa istincâ yerine isticmâr edilir; yâni üç taşla
temizlenilir.
Su bulunmadığı vakit vâcib; yâni farz, yahut sünnet
temizlik, teyemmümle olur.
Ölülerimiz kokusu gelmiyecek ve yırtıcı hayvanlar
eşemiyecek, çıkaramıyacak kadar bir derinlikte toprağa gömülür, ölünün yanağı
toprağa konur.
Sâhibi olsa bile geniş yerlerde namaz, sahibinde izin
alınmaksızın kılınabilir.
Geniş arazîde akan büyük nehirlerden, sâhibi olsa bile, izin
alınmaksızın abdest alınabilir; su içilebilir.
Yere, ve yerden hâsıl olan, fakat yenmesi, giyilmesi âdet
olmayan şeylere secde edilir. Secdede burnu da yere koymak, dayamak gerektir.
Yer sarsıntısında, depremde, fıkıh kitaplarımızda
bildirildiği veçhile Âyât namazı kılmak farzdır.
Yerden biten buğday, arpa, hurma ve üzümden zekât vermek
farzdır.
Müslümandan zimmiye intikaal eden arazîden, humus verilmesi
farzdır.
Sahipsiz yerleri ihyâ etmek, ekime sâlih olmıyan yerleri
ekip biçmek, ekine yarar bir hâle getirmek iktizâ eder ve yeryüzüne âit daha bu
çeşit birçok şeyler, fıkıh kitaplarında etraflıca anlatılmıştır.
İslâm şeriatında yerin kudsiyyeti vardır. Yeryüzü mesciddir.
Şiada mutlak toprağa, yahut topraktan biten, yenmeyen ve giyilmiyen şeye secde
farzdır; İmâra Huseyn aleyhisselâmın toprağından yapılan mühre secde ise bir
yandan temiz birşeye alın koymak bakımından, bir yandan da teberrük ve tevessül
yoluyla efdaldir; fakat hiçbir vakit bu secde, hâşâ, o toprağa, yahut o
toprakta yatana değildir; Allâh’adır. Bu hususta, Şîîler taşa, toprağa taparlar
gibi söylenen ve hemen hepsi de bilgisizlikten meydana gelen sözler, iftiradan
doğan lâflardan ibârettir.,
23 Şa’bân . 1386
Kaynak:
Şeyh Muhammed Huseyn, trc: Abdülbâkiy GÖLPINARLI, CA’FERÎ MEZHEBİ ve ESASLARI,
29 Kasım 1966